dünkü üç maddelik manifestomun hiçbir maddesi öngördüğüm gibi gerçekleşmedi. paramla rezil olduğum şık bir akşam yaşadım. tavuk, tuborg, liverpool demiştik; balık, bomonti ve uyuyakalmak ile yüzleştik. gerçekten elime yüzüme bulaştırmak konusunda tahmin edilemez bir yeteneğim ve istikrarım var. meydan savaşında ilk ölen insan kadar şanslıyım. oysa ofisten çıktığımda baltazar kadar kararlı, samson kadar güçlüydüm. gümüş kaskım, dolmak üzere olan ayın ışığında belli belirsiz parlıyor ve düşmanlarıma gözdağı veriyordu. kılıcım kınında emrime amadeydi. tavuk benim olmalıydı fakat balık ekmek yapan bir yer görünce, "balık da olur lan" deyip içeriye girdim. zemin, sandalyeler, masalar ve duvarların ahşap olduğu bir balıkçıydı ve balığın da ahşap olabileceğini düşündüm. aşırı samimi garsonun verdiği tedirginlikte yemeği beklerken ayvalık'ı ve cunda'yı özledim. orada yediğim yemeğin ruhunu başka hiçbir yerde bulamamıştım. beğendili ahtapotun kelimelerle ifade edemeyeceğim rayihasını şefkatle andım, bir kez daha gitmeliydim. ertelemek olmazdı.
pek lezzetli olmayan bir balık ekmek deneyimiydi ama yine de eminönü'nde yediklerimden bin kat daha güzeldi. yüksek ateşte hızlıca pişirilmiş, yer yer yanmış ve öncesinde dondurulmuş balıktan (tanrının gazabına uğramış resmen) zerre hazzetmez, en fazla senede bir kez olmak kaydıyla yerdim. bir ara istanbul ağırlıklı yazayım fakat tüm fotoğraflarım evdeki bilgisayarımda.
balık ekmekten ve beni köşeye sıkıştıran garson samimiyetinden sonra, iddaa oynamaya gittim. takımların hiçbiri güvenilir durmuyordu, ne oynasam kaybedecektim. bari dedim imkansız kombinasyonlar yapıp astronomik rakamlar kaybedeyim. 1'e 490 veren amansız bir kupon yaptım, sahaya kör şeytanlar çıksa bile tutma imkanı yok ama ya tutarsa? modern zamanın nasrettin hocalarıyız biz de, gülüp geçtiğime bakma.
kuponu yaptıktan sonra benzin istasyonuna girdim ve yüzde yüz malt iddiasıyla raflarda halay çeken bomonti'lerden üç tane kaptım. tuborg uzaktaydı, tuborg imkansızdı. otele döndüm, beyaz saçlı iki adam yine aynı koltuklarda oturuyordu. dişleri göstermeden selam verdim. sahanın öteki ucunu göstermeyen felçli bir televizyonla iki maç üst üste izleyemezdim, o yüzden televizyonu kucakladığım gibi lobiye geri indim ve bunun artık çalışmadığını, yeni bir televizyona ihtiyacım olduğunu söyledim. kucağımda televizyonu görünce fazla direnemediler ve 37 ekran bir schaub-lorenz ile odama geri çıktım. hımm, uzak çizgi ve tribünler bile kadrajda ha? buna içilir.
bira fena değildi ama tuborg'un yarısı bile etmezdi. 2011'in geri kalanında bomonti içmeyeceğim, marmara gold bile daha güzeldi. manchester city şık bir galibiyetle elendi, dinamo kiev finale giden yolda bir aşama daha kaydetti. ruhtan yoksun bir takım olan man city'nin yarıştığı her kulvarda elenmesini, perişan olmasını ve arap sermayesinin hiçbir işe yaramamasını diledim.
ertesinde başlayan liverpool maçının yarısında uyuyup kalmışım, zaten gerrard olmadan takımın çok büyük kısmı eksik bir de koyun kuyruklu kuyt'un faydasız çapraz koşularını izlemek benim naçiz bedenime fazla gelirdi. braga gibi bir takıma sen iki maçta da gol atamıyorsan, manchester united'ı nasıl 3'lüyorsun ulan bana bi anlat hele? maçın son üç dakikasında geri uyandım, resmen birisi değnekle dürtmüştü. 0-0 bitmek üzere olan maç, liverpool'un avrupa ligi'nden de elenmek üzere olduğunu söylüyordu. elenmekten manyağa dönmüştük bu sezon fakat taraftar son saniyelerde "you'll never walk alone" söylüyordu. onlardan birisi olamadığım için üzüldüm, bir gece daha bitmişti işte. ömrümden bir gün, üç maddelik bir manifesto yazıp buna harfiyyen uymamakla tamamlanmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder