17 Mart 2011 Perşembe

on my own

efsanevi grup queen'in living on my own'unu ilk defa duyduğumda, yalnız geçecek senelerime epey olduğundan paniğe kapılmamıştım. evden hiç ayrılmayacak gibiydim fakat 21. yüzyılla birlikte yalnızlık serüveni de başladı. önce izmir, sonra istanbul derken antalya'ya günün birinde geri döndüm. eskisi kadar olmasa da yine de net bir yalnızlıktan söz etmek mümkün. bundan şikayetçi ya da sarhoş olacak kadar mutlu değilim, bir organım gibi oldu artık. tek dezavantajı beşeri ilişkilerim zamanla çuvallıyor. kalabalık gelince de iki kişi, en iyisi diyorum ben biraz gideyim. akşam otelde televizyonun karşısında uzanırken de bir sonuca ulaşması imkansız ve plan demeye bin şahit isteyen tasarılarla uğraşıyorum.

bu tasarılardan en önemlisi gezebilme ve ilk elden şahit olabilme özgürlüğü. trenle, at sırtında, gemi güvertesinde ya da bir albatrosun kanadında olur fark etmez, benim bu halimden daha iyi bir şeye dönüşmem için mutlaka avrupa'yı görmem lazım. jpegler bana hiçbir şey anlatmıyor, mekanı algılayamadığım gibi içinde yeterince zaman geçirmediğim için bir sonraki jpegte etkileri siliniyor. pompidou'nun önünde bağdaş kurup bir şeyler çizen öğrencileri kıskanıyorum durduk yere, bir müzenin uzayan kuyruğunda sabırla bekleyen orta yaşlı insanları ve floransa'nın muntazam bahçelerinde sakince yürüyen ihtiyarları da. la sagrada familia'da şimdi dolaşan insanlar var, casa mila'nın önünden geçerken dinlenen, fotoğraf makinesini ayarlayan, lensini değiştiren ve diyafram aralığına karar veren. leonardo'nun dehasına şahit olan mimarlık birinci sınıf öğrencilerinin varlığı, bir otel odasına banyo modellemekle mükellef olduğum şu anda beni hafiften tedirgin ediyor. onlardan birisi olabilirdim, belki hala olabilirim.

daha büyük statlarda maç izlemeden, liverpool atkımı maç öncesinde sallamadan, shankly gates'in önünde fotoğraf çektirip de maç sonrası bir bara yerleşmeden mücadeleyi bırakacak değilim. geleceğe dair planlarım hep tek kişilik, son on yılda genellikle yalnız olmamın getirisi çok fazla. en azından bu maç ayini, benimle liverpool arasında. bunu başkasıyla paylaşmak istemezdim. anfield road'a bir gün gideyim, sonra bir gün daha gideyim. ne tuhaf değil mi, yaklaşık 45.000 kişi dört saat sonra anfield road'a gidecek ve takımlarını canlı izleyecekken, ben hayatımın ileri safhası düşleri için bunu baş köşeye koyuyorum. birkaç gün önce yazdığım "hayallerim, başkasının gerçeği olamayacak kadar büyük" aforizması da şık bir vole oluyor, beynimi dağıtıyor.

durum şu ki, beş altı paragraflık bir yazıda bile kendimle çelişmekten büyük keyif alıyorum. bu elimde değil, kendime dair bildiklerim başka insana dair bildiklerime oranla çok daha fazla olsa da, bu net bir sonuca ulaşmamı  ve daha incelikli bir analiz yapmamı engelliyor. zaten terimler ve kavramlar hakkında o kadar az şey biliyorum ki, bu içinde bulunduğum ruh halinin bundan seksen önce tanımlanmış olabileceğini bile düşünüyorum. direk depresyon olmasa gerek ki depresyonda falan değilim.

futbolun musallat olduğu hiçbir hafta depresyona girmedim, bundan sonra da girmem. bana kast eden ne yapacağımın belli olmadığı akşamlar oluyor. bir yandan da fotoğraf çekmeyi özlüyorum, gündüzleri ofisteyken fotoğrafı nasıl çekeceğim konusunda derin endişelerim var, öyle ki ne zaman bu konuda endişelensem uzak bir köyün yaşlıları teker teker ölmeye başlıyor. 

dört başı mamur bir öykü yazma isteğim ise genelde aklımın bir köşesinde kalıyor fakat daha üç başı mamurluğa bile erişemedim. fiil çekimlerini biraz kavradım fakat bu sefer de karakter yaratmada sorun çıktı. yarattığım tek karakter bu satırların yazarı ve onda bile korkunç çelişkiler var. bilge ve yaşlı bir adam uydurmak zorunda kalırsam olacakları tahmin bile edemiyorum. nükleer sızıntı var diye bloglar bir kez daha kapatılırdı sanırım.

neyse ne diyorduk? hiçbir şey hakkında hiçbir şey iddia ediyorduk, o yüzden bugün vücudumun temel ihtiyacı olan kırmızı tuborga ulaşmalı ve kendimi şımartmalıyım. maç izleyerek bira içmeyi, yeterince promili yedikten sonra da maç içerek bira izlemeyi pek çok severim.



Hiç yorum yok: