14 Mart 2011 Pazartesi

kaotik

işe sekiz buçukta geldim ve son 3.5 saattir gündeme bir şekilde tutunmaya çalışıyorum. bilgi bombardımanı altındayım ve zihnim, sekmeler arasında pinpon topu gibi sekiyor. güzel bir hafta sonu geride kalmışken, buna dair notlarımı temize çekmem bile mümkün olmuyor.

japonya depremi ve ertesinde gelen tsunaminin nükleer felaket boyutu, ibrahim tatlıses'in vurulması, deniz yılmaz'ın bir konser esnasında saçmalaması, otobüste olduğum için kaçırdığım behzat ç.nin tekrarının izlenmesi, alanya'dan ve kalesinden notlar, müze kart, karlar altındaki kulübeler, otel günlükleri, maçlar, en iyi on smaç, gerrard'ın sakatlığı, patronu bir haftadır görmemek, otel odasına alternatif çizim ve tereyağlı iskenderin çağrısı derken neye odaklanacağımı şaşırmış vaziyetteyim. en iyisi paniğe kapılmadan normale dönmeye çalışmalı ve bütün bu karmaşayı bölüp öyle yönetmeliyim.


üç gün önce yine jack kerouac'la karşılaştım, bir fotoğraf karesinden bana bakıyor ve her şeyin henüz bitmediğini söylüyordu. bir şansımız daha varmış montmarte'de sisli bir gündoğumu için, ren trenlerinin pencere kenarında birkaç kişilik boş yer kalmış. biraz konuştuk ve geri gitti, ben de içimde harlanan yolculuk alevini biraz sakinleştirmek için alanya'ya hareket etmeye karar verdim. uzun zamandır yinelenen bir daveti kabul etmek için martın ortalarında bir günden daha güzel bir gün olamazdı. cumartesi öğleden sonra ofisten bir daha geri dönmeyecekmiş gibi çıktım, sırt çantamda don kişot ve nedenini anlayamadığım şekilde bir türlü bitiremediğim toza sor vardı. otobüse üç dakika kala otogara girdim, evrensel işaretler yolda olmamı istiyordu ki birkaç dakika sonra hareket etmiştik.

yeni otobüsler teknolojinin tüm nimetlerini, öndeki koltuğun sırtına saplanmış bir ekrana sığdırıyor artık. kayıtlı filmler, televizyon kanalları ve yanında flaş belleğini getirdiysen de kendi seçimlerin. acil durumlar için her zaman yanımda taşıdığım back to the future'i bir kez daha izledim ve daha iyisinin yapılamayacağına karar verdim. filmi ne zaman izlersem izleyeyim, aldığım keyfin değişmemesinin nedeni, zihnimin filmi izledikten hemen sonra onu silmesiydi. her seferinde yeni izliyormuş gibi heyecanlanıyorum, bakalım bir sonraki ne zaman olacak.


alanya, geceleri eşsiz bir mücevher gibi parlayan kalesi ile iyi; çarpık yapılaşma ve beton bloklarının her tarafa yayılması ile kötü bir yer. sahil şeridinde iyi niyetli düzenlemeler yapılmaya çalışılsa da, bir dili olmayan yapılar üst üste binmiş. hediyelik eşya satan sonsuz dükkanlar da dev tabelaları ile bu çirkinliğe katkısını yapmış. yine de adı "köyüm gaziantep başpınar" olan restorana gülümsemeden geçemedim. kendi anadilimde yazılmış olmasına rağmen telaffuzda güçlük çektiğim bu zincirlemeyi, turistler nasıl okuyor acaba? sanırım kgb diye kısaltıyorlardır. turist olsam, adını okuyamadığım bir yere oturmazdım ki turist olanlar da benimle aynı fikirde olduğundan kgb'de kimse oturmuyordu.


bununla birlikte the beatles konser kayıtları son bir haftadır beni epey mutlu ediyor. insanların şarkılara eşlik etmeleri, çıldırmaları, öpüşmeleri, mccartney'in gitarı ve "diğerleri keşke ölmeseydi hüznü", içinde bulunduğum anı daha bir anlamlandırıyor.

bir kliple veda edip yeni bir haftaya daha başlayalım mademse, bir konuya odaklanmış yazılar gün içerisinde gelecek gibi. aklımda iki kart ve iki kalenin hayatımla olan kesişmesi var. çeşme kalesi'nde ne yapıyordum ve oraya nasıl gelmiştim? 




Hiç yorum yok: