birdenbire veda etmek istemedim; ending credits nasıl başlayıp bitiyorsa, ben de blog bazında azalarak bitmek ve hayatımın geri kalanına (hala net bir bilgi verilmiyor bu konu hakkında) öyle devam etmek istedim. o yüzden şimdi sakin ol ve elindeki bazukayı duvara daya eğer suriyeli bir muhalifsen. değilsen de boşver, ruhunun uzun yolculuğunda uğruna mücadele vereceğin bir savaş mutlaka olacaktır. olgunlaşıncaya kadar ölüp doğmaktan manyağa dönecek ve bir lahdin köşesine işlenmiş yaşam-ölüm döngüsünü gösteren ağacı görene dek de sakinleşemeyeceksin. ruhunun yaşlandığını ve acılarla terbiye edildiğini fark ettiğinde de sahip olduklarınla mutlu olmayı öğrenecek ve avucunun içindeki eli dudaklarına götüreceksin. avucunun içindeki el, senin tüm mal varlığın olacak ve zamanın bir evresinde, daha küçük bir elin sahibi sana "babba" diyecek. gözlerin dolarsa da çaktırma, milyarlarca kez yaşanmış olsa da baba olmak sana özel olacak. kendini dünyadaki tek baba zannedecek ve ancak o zaman kendi babanı anlayacaksın.
en son nerede kalmıştık pek hatırlamıyorum, "şeytan işi" de pek fikir vermiyor. bir teknenin en ucunda bir bira daha açıp memurluk hayatımda pek de önemli olmayan aksiliklerle uğraşıyormuşum sanırım. en son yazımın üzerinden iki ay, blogu açmamın üzerinden ise iki sene geçmiş. tuborg'ta çalışacağına inanan bir mimardan, kaçak yapısına tutanak tuttuğu için bindiği arabanın devrilip bir an önce gebermesinin yaşlı bir teyze vasıtasıyla yüce tanrıdan niyaz edildiği bir memura dönüşmüşüm. inan bunların hiçbirisi önemli değil, yaklaşık iki aydır içmiyorum. araya ramazanın girmiş olması seni yatıştırmasın, kadir gecesinin sabaha karşısında bile bir otobüs durağında bir bira daha içmiş ve çift hanelilere çıkmış bir insanım.
kpss'ye girecektim sanırım, hiç çalışmadım deyip iyi puan alan ve cüppelerinin altına hiçbir şey giymeyen sinsi rahibeler şahidim olsun ki hiç çalışmadım. nasıl soru geleceğini bile sınav esnasında gördüm ki o kadar da zor değilmiş. eşşoğlu matematik ile uğraşırken, geri dönerim diye daire içine aldığım sorulara geri dönemedim. ne yazdığım kadar nasıl yazdığıma da önem verdiğimden, türkçeden sadece bir yanlış ile sıyrıldım. matematikte ise anlamsız denklemler kurarak x'i yalnız bırakmaya çalışacağıma, gözüme bir şık kestirdim ve onun, doğru cevap olup olmadığını 15-20 saniyede test ettim. tarih ve vatandaşlığa yaklaşımım ise hayvanlıktan öteye gidemeyince koparma ve silkmede 72 ile ilk kpss'mi kapadım. 100 alsam bile bir şey değişmeyeceğinden, net bir motivasyona sahip değildim. sınav esnasında yediğim şekerler de yanıma kar kaldı. kaybedeceğim ya da kazanacağım hiçbir şey yoktu ve bu da bana rahatlık getirmişti, yeterince gerilmiştim yıllar boyu. artık umursamıyordum, soruların sınavdan önce paylaşılmış olması ve bundan haksız çıkar sağlayacak olanlar da önemli değildi. ne zaman biteceği belli olmayan sikindirik bir hayatta avantaj sağlamak için dürüstçe çalışanların hakkını yemeye çalışmak da, ruhun onurlu yolculuğunu yok edecek ve bundan sonraki hayatlarda minik bir bok parçası gibi oradan oraya sürüklenmeye sebep olacaktı.
iki ay geçmiş olmasına bakma, her şey başka bir boyuta geçti. teknenin ucundaki onur'un yanına gidip bağdaş kuracak olsam, ona her şeyin bir anda değişebileceğini ve yüreğini ferah tutmasını söyledikten sonra da bana bir bira getirmesini emrederdim. ondan iki ay daha büyüğüm sonuçta. bugün tamamlanan tapu işlemleriyle birlikte, önünden denize kavuşan bir derenin geçtiği güzel bir eve sahibiz. denize yürüme mesafesinde, denizin kumları ise çok tanıdık; yıllar önce ben, çağlar ve dayım orada "kamil kalesi" inşa etmiş ve kalenin başında fotoğraf çektirmiştik. on yıl sonra da derenin kenarında bira içmiş ve limanın ışıklarına bakmıştık. limanın ışıkları ki, gelecekte bir gün oraya yeniden bakarken sevdiğim kadının elini tutacağımı biliyorum. sevdiğim kadını, limanı ve ışıklarını biliyorum.
artık biliyorum. belirsizlik fırtınaları yavaştan dinmeye başladı; üzerimi örttüğüm beyaz pike yavaşça sıyrıldı ve bana bakan bir çift güzel göz gördüm. "nereli bu kız" diye düşündüm bana bu soruyu soran diğer insanlar gibi. kızıl saçları ve yeşil gözleri, bundan üç sene önce yazdığım bir yazının ete kemiğe bürünmüş haliydi sanki; kafayı yediğimi ve kafatasıma yapışmışları da ekmekle sıyırdığımı aklımdan geçirdim kısa süreliğine. gerçek olması pek mantıklı değildi fakat ağır bir depresyon geçirdiğime dair bir belirti de yoktu. işe gidiyor ve işten geliyordum. sıcaktan şikayet ediyor ve klimanın tuşuna basıncaya dek huzursuz atlar gibi sol bacağımı titretiyordum.
son yazıya gelirken bir itirafta daha bulunayım: motor ile son hızla giderken bir duvara çarpmak için tüm sevdiklerimin gitmesini bekliyordum. öyle sakince bekliyordum ki 250 km/s hızla giderken her şeyi birdenbire bitirmeyi, uzmanlardan oluşan bir kurul her şeyin üstesinden bu kadar kolay gelebildiğim için beni pirinç bir tabak ile ödüllendirmek istiyordu. hannibal sakinliğinde kaçak yapıları denetlemeye gidiyor ve çileden çıkmış vatandaşlara donuk gözlerle bakıyordum. altı üstü bir evdi. hayattaysan başka hiçbir şey o kadar da önemli değildi. ölümle terbiye edilmiştim. ölüm belki de dudaklarımı dikmişti, bilmiyorum.
sonra birisi çıktı geldi işte, bana sarıldı. öncesi ve sonrası yoktu hiçbir şeyin, sıcak esen rüzgarların altında boynumu ona yasladım. daha önce kimi gördüysem, ona benzemiyordu. gözleri çekik miydi yoksa yeşil mi; saçları güneşte renk mi değiştiriyordu yoksa bağlama büyüsüne mi kurban gitmiştim, bir önceki paragrafın sonunda olduğu gibi bunu da bilmiyordum.
acıların etrafında duran zaman yavaşça kıpırdanmaya başladı. aylardır şehir dışına çıkmamışken, kendimi eskişehir'e giden bir otobüsün pencere kenarından masif karanlığa bakarken buldum. mutlu ve heyecanlıydım. korhan futacı, gecenin bir köründe insanın sinir sistemini iflas ettirecek oyuncak kapma makinesinin başına geçmiş ve "ben sana vurgunum" söylerken de eskişehir'e boş gitmemem için ayıcık kapma çalışmalarına başlamıştı. uyuşmuş ayaklarımı açmak için ardı sıra dizilmiş otobüslerin aralarında dolaşıp, henüz uykusundan uyanmış binlerce manyağın yüzüne baktım. genlerimizde bir şeyler vardı ve ne yazık ki çilekeş insanlarımızın yüzüne yansımıştı. bildiğin orantısızdık.
"burada gecenin üçünde bile pilav yiyen insanlar var" dedi. el ele tutuşuyor ve sabahın köründe pek kimselerin dolaşmadığı caddelerde yürüyorduk. 1+1'lerin bağımsızlığını ilan edip özerk bölgeye dönüştüğü eskişehir'in bir caddesindeydik ki nerede olduğumuzun hiçbir önemi yoktu. enlem ve boylamlar önemini yitirmişti, yanındaysam mutluydum. iki yengeçtik ve yan yan yürüdüğümüzden olsa gerek sürekli çarpışıyorduk. parmaklarımın hepsi yerinde olmasına rağmen bir şeylerin eksikliğini hissediyordum. koca parmağımı minik eliyle tutmaya çalışan bir caretta hayal ediyordum.
hiçbir şeyi yoluna koymaya çalışmayınca, her şey usulca yatağını buluyormuş; henüz yıkanmış bir balkonun öğrenci işi koltuklarında hamburger yerken fark ediyorum. aklımda hiçbir tedirginlik yok. limanın ışıkları ve uzayıp giden kumsalı, serin bir eskişehir akşamından görüyorum. sevdiğim son insana bakıyorum, ağzı ketçap ve mayonez içinde kalmış. günün her saati rengi değişiyor; bazen saçlarında yakaladığım kızıllığı saatlerce göremiyorum. fenotip olarak tamamen farklıyız, onun şeffafa kaçan beyaz bir teni var; ben ise yaz boyu güneşin altında dolaşan kavruk seyyarlar gibiyim. gözlerinin kıvrımı troposferi gösterirken, benimkiler yer kabuğunu işaret ediyor. ama aramızdaki boşlukta asılı kalan tanrı da şahidim olsun ki birbirimizi seviyoruz. bazen dayrede, deri koltuğa sırtımı iyice yaslayıp uzaktaki dağlara bakarken onu özlüyorum. onu özlüyor ve cuma gecesi gidiş, pazar gecesi dönüş olmak üzere de iki bilet alıyorum. yatağa yatmaya üşenen yorgun bedenim, galadriel'imin yanına giderken canlanıyor. cate blanchett'e ne kadar benzediğini düşünürken de, aynı anda ve aynı doğrultuda yaşlanmamıza seviniyorum.
son yazıya gelmeden önceki son çıkış buydu, bunu okuduysan son yazıyı da okursun. yapabileceğin bir şey kalmadı. iki sene önce tanrının sorduğu "neden tuborg" sorusuna bir cevap olsun diye açtığım bu blogun da sonuna çok yaklaştım. artık bira bile içmezken, bir de tanrıya neden içtiğimi anlatacak değilim.
ama iyiyim, uzun zamandır olmadığım kadar iyiyim. aramızdaki boşlukta asılı kalan ne varsa, onlarla hayatımın sonuna kadar idare edecek kadar iyiyim.
9 yorum:
Bloğunu okumak, her zaman için ayrıcalıklı bir keyifti! Yolun açık olsun bro! :))
Bize de eski kayıtlar kaldı o zaman. Yazmayı bıraktıkdan sonra Tuborg satışları düşecektir. Şu sayfayı her açtığımda bir tuborg daha kirlettim. Yine yazsan yine yaparım ama mutlu bir sonla bitmesi teselli oldu. Kalan yaşamında başarılar...
ben hayatına henüz başlayanlardanım, senden çok şey öğrendim bana çok yol gösterdin bilmesen de. yazılarının her biri benim için çok değerli bu yüzden. geriye bıraktıklarınla idare edeceğiz. üzüldüğümü inkar edemem. umarım acıyla yoğrulmuş ruhun, her şeye rağmen gökyüzündeki güneş gibi parlayan ve tanıdığın tanımadığın pek çok insana ışığını sorgusuz sualsiz veren kalbin sonunda hak ettiği mutluluğu bulur..
Seni önce sözlükten sonra da blogundan düzenli olmasa da aralıklarla takip ediyor ve yazdıklarını okumaktan çok keyif alıyordum. Açıkçası kardeşin gittikten sonra toparlanmanın çok uzun zaman alacağını düşünmüştüm. İyi olduğunu bilmek ne kadar iyiyse derinlikli yazılarından bundan böyle mahrum kalacağımı bilmek de o kadar kötü. Umarım bundan sonra her şey iyi olur güzel insan...
demiş ki
bir renk değildir mavi huydur bende
ve benim yetinmezliğimdir
ve herkesin yetinmezliğidir belki
denecektir ki bir süre
ve denenecektir
Seviyosan git konuş bence. O değil de ben blogu neden bıraktığını anlamadım özet geçseydin yada caps verseydin çok makbule geçerdi...
Hatırlamadığım bir vakitte, bir post'una: "Biraz daha ölme adam." yorumunu bırakmıştım. Şimdi şunu diyorum: Mutlu ol, bu bir ricadir.
hatırlıyorum o yorumu. kazadan önceydi. deniyorum yazmıştım sanırım. mutlu olmaya çalışıyorum, en azından hayatı çok fazla umursamıyorum artık. güzel bir kızı seviyorum, onunla evleneceğim ve çocuklarımla mutlu olacağım. hayat bundan fazlası değil.
bira içmemeye çalışma denemelerimde sözlüğü açmazdım yazıların canımı çektirmesin diye. şimdi şaşırdım senin birayı bırakmış olmana. bu çünkü benim birayı bırakmam kadar şaşırtıcı bir şeydi. birayı bıraktım desem kimse inanmazdı, seninki gayet de inandırıcı. mesele bira da değil tabii, yazmayı bırakmak da değil. kararında bırakmak da değil. mesele ne bilmiyorum, acıyı ayak hizanda bırakıp ara ara üşüyünce üstüne çekmek de değil. senin ona duyduğun sevgiyle eşdeğer tutardım kendi sevgimi, yalnız kaldım birayı bıraktığını okuyunca, ki zaten epey de zaman olmuş. güzel yolculuklar dilerim evliliğinde. ben de bırakınca söz buraya yazıcam. sağlıcakla easy rider. şimdi bir kere o uzun şarkıyı dinleyeceğim.
Yorum Gönder