5 Ağustos 2024 Pazartesi

adana'da bir öğlen vakti

İsa Bey, bir cumartesi günü dükkanı erkenden kapatıp avlusunda rakı içmeyi çok sevdiği evine doğru bisikletiyle yola çıktı.

cumartesi çalışmayı pek sevmezdi, üstünde tek bir turunç ağacı olan ufak bahçesinin yanına masasını kurar, radyosunu açar ve çiçeğini de hiç eksik etmezdi. geleni gideni olur, her birini sofraya çağırırdı. kimisi afiyet olsun der müsaade ister, kimisi de boğma rakının cazibesine kapılıp iştirak ederdi. yeni yıkanmış avlunun serinliğinde hafif bir müzik dolaşır ve sokaktan gelen seslere karışırdı. o ev, avlu ve kapının yanındaki ahşap oymalı ayna hep vardı. herkesin çocukluğu ve hatta çocuklarının çocukluğu bile o duvarlarda iz bırakmıştı. köşesini kırdığım cam, elimden kayıp çenemi dağıtan tulumbanın kolu, kafamı çarptığım kapı doğraması, ayağımın takıldığı eşik... hepsi oradaydı.

mavi bisikletiyle mahalleyi boydan boya geçti, yola henüz çadırlar kurulmamıştı fakat yine de her yer kalabalıktı. çocuklar, evin dış duvarını kale yapmış ve kadınlar kaldırıma sandalye atmıştı. evlerin içi çok sıcaktı, girilecek gibi değildi. temmuzun sonunda bir günde, herkes nemden yapış yapış olmuştu ama kıvrımlı gidonu olan ağır bisikleti nispeten serinlik veriyordu. dış kapıdan içeri girdi, geldiğini haber vermek için bisikletin zilini çaldı. sultanım dediği eşinden ses çıkmadı, bir yerlerde dua ediyor olmalıydı. tulumbadan çektiği su ile avluyu yıkadı, ahşap masasını gölgeye çekti, vazoya çiçeğini koydu ve radyosunu ayarladı. mutfağa gidip boğma rakısını aldı ve bardağına yerleştirdi. akşama kadar çalışmasına gerek yoktu, çocuklar büyümüş ve hepsi çocuk sahibi bile olmuştu. salonun duvarı, 1955'te çektirdikleri evlilik fotoğrafıyla açılıyor ve çocuklarla, torunlarla, torun çocuklarıyla devam ediyordu. görkemli bir ağaç gibi dallanıp budaklanıyordu çerçeveler, herkes gülerek bakıyordu bu yüksek tavanlı mistik salona. müzeyyen senar'ın sesi avluda gezindi, güneş alçaldı ve biri diğerine benzemeyen evlerin ardından kayboldu. 

İsa Bey, başka bir cumartesi günü avlusunda son kez rakısını içti, artık eskisi gibi olmadığını biliyordu. son demlere, son kadehlere ve sonbahara gelmişti. hava yine sıcaktı ama yapraklar uçuşuyordu. çalışmayı uzun zaman önce bırakmıştı, arkadaşlarını sırayla uğurlamıştı. artık kahveye gitmiyor ve kağıt oynarken birbirlerine takılmıyorlardı. pandemiden önceydi son hatıraları, sonra her şey tepetaklak olmaya başladı. trt 2'de pazar sabahları yayınlanan kovboy filmleri bile keyif vermiyordu. televizyon açıktı, john wayne iyi değildi ve vahşi batıda bile işler yolunda gitmiyordu.

ben 25, dedem de 75 iken bir deniz kenarında rakı içmiştik. o zaman "hayat, yaşanmışsa adına ömür derler" diye bir cümle gelmişti aklıma. 4 yaşındaki torunu kavundan bir parça çalıp kaçarken öyle güzel gülmüştü ki, tanrıda bile olmayan bağışlayıcılığı görmüştüm. bir anıdan kesik sahneler gibi, rakının kokusunu ve yakasındaki karanfili hatırlıyorum. yaşlanınca aynı dedem gibi olmak istediğimi, "önce istikbal oğlum" deyişini...

geçen pazartesi sabahı, üç saniyelik bir ses kaydı geldi ilk önce. herkes başka yerlerdeydi, işlere ve gündelik dertlere gömülmüştük. annem, "babamızı kaybettik, başımız sağolsun" diyordu. beklenen bir haberdi, bugün yarın gelecekti, bir süredir zaten gitmişti fakat o son kapıyı arıyordu. evinden ve avlusundan uzakta, teyzemin evinde kalıyordu. tek kişilik bir yatak, karşısında rengarenk çiçekler, artık gitmenin kesin saatinin çok yaklaştığını biliyordu ve bir pazartesi sabahı o son kapının anahtarını buldu, açtı ve gitti.

herkes başka yerlerdeyken, ertesi gün hepimiz adana'daydık. yola çadır kurulmuştu ve sokağın başından mavi bisikletiyle kimse gelmiyordu. avlu doluydu, turunç ağacı meyveye durmuştu. tulumba ve oymalı ayna, yarım asırdır olduğu gibi aynı yerlerinde gelenleri karşılıyordu.

bundan sonrası, dedemin dünyada ve toprağın altında bıraktığı zayıf bedeninin her saniye çözülüp yok olması ki anlatmanın bir kıymeti yok. geride bıraktığı insanlar onun için oradaydı, hep iyi hatırlandı, avlu dolup taştı, birlikte yemekler yendi, birbirlerini onlarca yıldır görmeyenler bile orada gördü. herkesi birleştirdi, kavuşturdu ve yolculuğuna henüz bilmediğim ama hissettiğim bir boyutta devam etti.

belki de ilk gün, öğleden sonra arkadaşları onun için masayı kurmuştur. avluyu başka bir tulumbanın suyuyla yıkayıp mangalı yakmışlardır. vazoda her renk güller, buz gibi suyla demlenmiş rakı, turunç ağacının altında tokuşan kadehin kristal sesi. ilk yudumda zaman ve mekan artık sınır olmaktan çıkmış, müzeyyen senar'ın sesi esinti gibi dolaşmaya başlamıştır. dedemin yakasında çiçek, üstünde bembeyaz bir gömlek.

sanki 1955'te sultanıyla yan yana fotoğraf çektirirken aklından geçenler, 90 yıllık bir hayatın imbikten tek damlaya dönüşüp insanların gözlerini yaşartması gibi. hayat yaşanmışsa adına ömür derlerdi, dedem bir ömrü çok severek ve sevilerek tamamladı. 

hoşçakal doktor, seni hepimiz çok sevdik.

Hiç yorum yok: