dört element haftası, bundan 14 sene evvel aziz dostum willy'nin gelmesi ve likya bölgesinde sağa sola gitmemiz, giderken içmemiz, vardığımız yerde pes oynamamız ve ertesi gün hemen hemen aynı şeyleri yaparken hayatın balını kaymağını emmemiz üzerine şekillenmiş bir yazı dizisiydi. yanlış hatırlamıyorsam perşembeden başlamış ve pazara kadar sürmüştü. o zamanlar memur değildim, askerden geldikten sonra işe girmek için acele etmediğim hayatımın pek bir özgür dönemindeydim. aile efradı, okulu ve askerliği bitirdikten sonra işe girmem gerektiğinin bilincindeydi fakat ben bu bilinç düzeyinden götüm götüm kaçıyor, günü kurtarmaya çalışıyordum. bloga bunu yazmış olmasam, o günler oralara gittiğimi bile hatırlamayacaktım. fotoğraflar vardı ama hikayesi temize çekilmemişse eksik kalıyordu. nereden başlamıştık, nereye gitmiştik, dev örümcek hangi etapta karşımıza çıkmıştı bilemeyecektim. konu üzerine derin araştırma yapmak isteyen lisans öğrencileri, sol üstteki arama çubuğuna "dört element" yazabilir, olmaz ben direkt tek tık istiyorum diyen doktora öğrencileri için ahanda dev hizmet.
her neyse, willy geçen hafta yeniden geldi ve eskisi gibi geniş yaylalar bulamadığımız için çarşamba öğleden sonra ancak yola düşebildik. yıl sonu nedeniyle işlerim, imzalarım, onaylarım o kadar çoktu ki bu izni koparmam bile kolay olmadı. önceden kaş tarafına giden minibüs beklemiş ve minibüs hemen gelsin diye moleskine defterimi açıp bir şeyler yazmaya çalışmıştım, şimdi ise saat 12 gibi arabama atlayıp gazı kökledim. köklenen gaz "abi yakıt al, yoksa neyi kökleyeceğini biliyorsun" diye inledi. zaman, hatalı üretilmiş bir kum saatinin geniş oluğundan akan kum taneleri gibiydi. akşam geri dönecektim, orada kalamazdım, kerem-wan kenobi beni görmeden uyumaz, ortalığı dağıtır, telefonla arayıp o kırılgan sesiyle "baba ne zaman geliyorsun, seni çok özledim" derdi. o yüzden dört element haftası-kayıp nüshayı 6 saatte tamamlamalı ve tarihe not düşmeliydim.
çıralı'ya, aralık güneşine göğsünü açmış sarı yapraklı ağaçların arasından ulaştım. sular yavaştan çağlamaya başlamış, nehirler yatağını hatırlamıştı. yol sakindi, forever young dinliyordum. üzerimdeki kapüşonluda ise tuhaf bir tesadüf vardı; dört element sembolleri işlenmişti üzerine: ateş, hava, su ve toprak. bu tesadüfün verdiği kudretle çıralı'ya ulaşmak çok zaman almadı. willy, arabasının içinde beni bekliyor ve beklerken zaman kaybetmemek için bira içiyordu. arabada henüz bir sıkıntı yoktu ama çok geçmeden olacaktı, dört elementin hava kısmını tecrübe edecektik.
biralarımızı marketten alıp chimera'nın kutsal ateşine doğru yola çıktık; buraya birlikte daha önce de gelmiştik, 2002'nin ekiminde. ikimizin saçları uzun, benim kulağımda küpe, üç dört hafta önce kafamı duvara geçirdiğim için alnımda dikiş izleri, üniversitenin ilk senesinden kalma bir sürü alttan ders, acaba okulu bırakıp yeniden sınava mı girsem, mimar mı olsam endişeleri, aşk meşkten kalan yara izleri, çok az para, ateşin başında başka ülkelerden gelen insanlar, analog bir fotoğraf makinesinin otuz altı pozluk hakkı...
chimera'dan olympos'a dönerken o uzun sahili kat etmiştik, paradise lost tişörtüm üzerimdeydi ve ne kadar çok yıldız olduğunu ilk o zaman görmüştük.
2024'ün son günlerinde, bu sefer arabayla gidiyorduk kutsal ateşe. yürüsek yürürdük fakat zamanımız azdı. yolun başında bir otostopçu aldık, sonra otostopçumuz yolda arkadaşlarını gördü ve onları da aldı. köy dolmuşundan tek farkımız, baş aşağı duran bir horozun henüz bize denk gelmemiş olmasıydı. otostopçular sanırım vegandı, varana kadar avokado övdüler. adamın birisinin enfes avokadolar yetiştirdiğinden ve bunu yirmi liraya verdiğinden bahsettiler. makam şoförümüzün avokadolarından daha iyi miydi peki, bunu asla öğrenemeyeceğim. makam şoförünün avokadoları ne alaka diyen hazırlık öğrencileri, birkaç yazı önce bunlardan bahsetmiş olmam lazım. bu blogta olan hiçbir yazı bağımsız değil, bir puzzle'ın parçasıdır. her şeyin sonunda hepsi birleşecek ve tek bir hikayeye dönüşecek. bunun ne zaman olacağını henüz kestiremiyorum, yirmi iki sene önceki yolculuğun ikinci kısmını ancak yazıyorum.
otostopçu veganları yolda indirdik ve ateşe doğru kadim yolculuğumuza devam ettik. willy artık keldi, benim ise kısa saçlarıma nispeten aklar düşmüştü. kulağımdaki delik kapanmış, paradise lost tişörtüm sırra kadem basmıştı. o bölümü bırakmamış memur olmuştu, ben bölümü bırakıp başka bir şehirde başka bir bölümü bitirdikten sonra memur olmuştum. kader, alnımdaki dikiş izinden bile belirgindi.
chimera düzlüğüne arabayı park edip sırt çantamızda biralarla tırmanışa başladık. hava durgun ve ılıktı, bizden başka kimsecikler yoktu. yazın buraya, miğferdibi'nde elinde meşaleyle koşan uruk-hai gibi tırmananlar olurdu, her ateşin başında onlarca kişi, bitmek bilmeyen uğultu, gürültü... biz ise haftanın ortasında ufak bir boşluk yaratmıştık. diğerleri okullarda, işlerde, sürekli bir şey alıp sattıkları için noterlerde ve dinlenme tesislerindeydi. koşuşturmaları bitmiyordu, yetiştirmeleri de. patika eskiden daha uzundu sanki, kısa sürede vardık. ateş ocaklarını tepeden gören bir ağaç altına yerleştik, iki üç kedi ateşin kadim koruyucuları gibi dolaşıyordu. bir kedi, cılız yanan ateşi fark etmediğinden kaşlarını bile yakmıştı. biranın açılma sesine koşarak geldiler, yiyecek bir şey var zannettiler ama yiyecekler çok aşağıda kalmıştı. biz birkaç bira içip dönecektik.
öyle de oldu, yürümek istediğim bir patika daha vardı maden koyu'na doğru giden. daha önceden defalarca yürümüş, deniz içinde birbirine yakın duran iki kayayı "two brothers island" olarak literatüre katmıştım. bir keresinde de hava aşırı sıcakken yolun yarısında tüm suları tüketmiş, grubun yaşlı ve güçsüz olanları yüzünden en yakın koya tekne çağırarak kurtulmuştuk. yürüsem yürürdüm ama bir gruba dahil olunca en zayıfı normları belirliyor. kimseyi geride bırakamaz, kimsenin de önünde gidemezsin.
chimera'dan indik, biraların kalanını maden koyu patikasında içecektik. yıkılmış ağaçların, parlayan taşların ve mercan rengi çiçeklerin yanından yürümeye devam ettik. sonu olimpos'ta biten uzun sahili tepeden görüyorduk, koca ağaçlar brokoli gibiydi yine. ne ölü ne de diriydiler, uzun zamandır yaprakları yoktu ama yok da olmamışlardı. schrödinger'in ağaçları ölüme, yaşama ve sonsuzluğa dair kadim lisanda şarkılarını söylüyorlardı. eski ve daha eski günlerdeki gibi biralarımızla, göğün altında manzarayı izledik. 2010'daki dört element haftasından sonra neler neler olmuştu, insan her günü aynı zannederken bir bakıyor ki hayatlar kurulmuş, yıkılmış ve bu tekrar tekrar gerçekleşmiş. willy evlendi, boşandı, üstesinden geldi ve yollara düştü. çalıştığı yeri değiştirdi. kurum, durum ve oturum sürekli devinim halindeydi. ben nispeten daha statiktim, artık pek bir yerlere gitmiyor ve aynı kurumun aynı odasında, bir pencere kenarında gündüz düşleri ve çıplak gerçeklik arasında denge kurmaya çalışıyordum. benim yolum da buydu belki de. okyanusları hiçbir zaman göremeyecek, tekne sahibi olamayacak ya da gümüş detayları olan kara bir motosiklet ile batıya süremeyecektim. yaptıklarım kadar yapamadıklarım, seçtiklerim kadar seçemediklerim de yolumun bir parçasıydı. kendimle daha barışıktım eskisine nazaran, suçlamayı bırakmıştım, elimden geleni yapıyor ve eldekilerin ne olduğunu biliyordum. oğlum, beni hayata ve kainata bağlayan çapaydı. aramızdaki bağ sanki milyar yıllık galaksilerden dünyamıza ulaşmış yıldız ışıkları kadar eskiydi.
çıralı sırtlarından tekrar sahile indik, deniz kenarına yürürken kumların üzerinde terk edilmiş ve artık çok eskimiş kırmızı deniz bisikletini tekrar gördüm. kardeşimle geçirdiğim son gün, o deniz bisikletinin üzerindeydi. tüm aile sığmıştık oraya, pedal çevirmiş, gülmüş ve coşmuştuk. benim puslu kıtalar atlasım, en uzak sahilim, galaksi rehberim tam orasıydı. her şey orada olup bitmişti ve yeniden başlamıştı. o top sahasında, kardeşimle ve yıllar sonra oğlumla penaltı çekişmiştik. orada araba sürmeyi öğrenmiş, çifte gökkuşağını görmüş ve pembe bir akşam üstünü sarhoş karşılamıştım.
kıyıya çekilmiş teknelerin ve uzak diyarlardan gelen karavanların arasından yürümeye devam ettik; tekne gövdelerinin boyaları soyut tablolar gibi görünüyordu. kuru dallara konan kuşlar kendi aralarında günün muhasebesini yapıyordu. kum saatinin üst kısımda kalan kumları iyice azalmıştı, birazdan ben eve dönecektim, willy ise tuhaf pansiyonunda kalmaya devam edecekti. son bir kahve içelim dedim, karanlığın koyu yorganı çıralı'nın üzerini örtmeye başlamıştı. kahvecide sadece biz vardık, kış vakti nasıl da güzeldi her taraf. lacivert bir gecenin içinde tek tük parlayan yıldızlar, sıcak sarı ışıklar, ormandan esen rüzgarlar...
arabayı park ederken, dört element döngüsünü tamamladık. ateşi görmüştük, su boyunca ilerlemiştik, toprakları aşmıştık patikaları takip edip ve şimdi de arabanın lastiğini patlatmıştık. bordürün köşesine sertçe giren willy, citroen'in ön lastiğini yarmıştı. yedek lastikte hava yoktu, en yakın lastikçi başka bir ilçedeydi ve o akşam gelmesi imkansızdı. 2007 yılında, izmir'de güzel bir kız görüp arabanın içinde maymunlar gibi alkışladıktan yaklaşık yarım dakika sonra lastiği patlatmış ve bunun tanrının bir uyarısı olduğunu düşünmüştük ama gençlik işte, ibret almayı bilseydik böyle olmazdı. hatalarımızdan ders almayı bile bütünlemelere bıraktık.
arabayı zar zor kenara çektik, bereket marketin kasiyeri priapos sağolsun bize lastikçinin numarasını verdi, arabanın başına bir şey gelmez abi dedi. çıralı'nın tanrıları kışın ufak tefek işler yapardı, parasında da değillerdi sadece boş durmak onları sıkardı.
benim arabama doğru yürüdük, eşyalarımızı aldık, pansiyona doğru yola koyulduk. pansiyonu sanırım bir kedi işletiyordu, insana dair bir iz yoktu. odanın kapısında anahtar asılıydı, içerisi de willy'nin sabah çıkarken bıraktığı gibiydi. pansiyonun sahibi belki de işletmesi gereken bir pansiyon olduğunu unutmuştu, ertesi sabah hatırlayacaktı. gecenin karanlığında farlarımı açtım ve eve dönerken yolda "one of us" dinledim. bunu siena'da yağmurlu bir günde küçük bir dükkanda şemsiye alırken duymuştum en son, müzik yine zamanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş çakıl taşları gibiydi. taşları takip ederek eve vardım. bağımsız gözlemcilere göre yedi saat, bana göre ise yirmi iki yıl sürmüştü o öğleden sonra. dört element haftası-salı kim bilir ne zaman olacaktı, bir yirmi iki yılımız bile kalmamış olabilirdi, her şey imkan dahilinde ve plan haricindeydi...
1 yorum:
Vakit bitinceye kadar, nice Çarşambalara...
Yorum Gönder