1 aralık 2010'da, hayattaki on bininci günümü kendi çapımda, yine bu blogta kutlamıştım. o zamanlar yirmi yedi ile yirmi sekiz arasında bir noktada, askerlik sonrası boşlukta ve yeni başlayacağım bir işin arifesindeydim. o günün üzerinden beş binden fazla gün geçmiş. vay canına, bir de zaman geçmez derler.
dün, bir şarap fabrikasının restoran kısmındaydık. bir gün önceden yağan kar, uzaktaki dağların zirvesine zar zor tutunmuştu. hava soğuk ve berraktı ama restoranın içi ılıktı, süslenmiş bir çam ağacı girişi ışıl ışıl aydınlatıyordu. üç aileydik, masaları birleştirmiş ve yemekler gelene kadar da şaraba başlamıştık. on beş sene önce hiçbirisini tanımıyordum ve masanın yarısı hayatta bile değildi. likya arkeo serisinden bir şarabı, sanki şaraptan çok anlıyormuş gibi önce koklayıp sonra içtim. iyi şaraptan anladığımı söyleyemem ama daha önceden çok kötü şarap içmişliğim olmuştu ve arkeo, onlardan biri değildi. vişne suyu gibi akıyordu namussuz. yeni arkadaşlarımın en yenisi bile beş senelikti. hepsi evli, çocuklu ve kredi borçluydu. bir şekilde tekeri döndürüyor, hafta sonu da imkan yaratıyorduk. müreffeh amerikan aileleri gibi değildik tabii ama buna da şükürdü, bir gün düzlüğe çıkacaktık. tam düzlüğe çıktığımızda bir bakacaktık ki, yirmi bin gün geride kalmış. çocuklar büyümüş, yuvadan uçmuş ve en mutlu günlerimizin geçmişte bir yerde, belki de şarap içtiğimiz o kasım sonunda bir günde kaldığını fark etmişiz.
on bininci günümde, geleceğin belirsizliği öyle yoğunmuş ki; bir yayınevi yazdıklarımı bastırmak isterken, ben saçma sapan bir ofise artık düzenli bir işim olsun diye başlamaya karar vermişim. nerede kalacağım, nerede yemek yiyeceğim ve diğer sene nerede olacağım belli değilmiş. sanki kervan yolda düzülür deyip yola çıkmışım da düzülen ben olmuşum gibi geçen anlamsız zamanlar. ne oldu o otel konseptleri, lüks mağazalar, antalya'nın en lüks sitesinde bir villa projesi? küçük bir otel odasında kalırken, villanın galeri boşluğunun kaldığım odadan büyük olduğunu gördüğümde vazgeçmiştim aslında ama eyleme geçmek biraz zaman aldı.
durağan bir yolcuyum, sanki ben sabit kaldım da dünya ayaklarımın altından kayıp gitti ve başka bir şeye evrildi. bir masanın etrafında, aşırı ince gövdeli kadehi kalın parmaklarımla tutmaya çalışırken de aradan geçen onca zamanı düşündüm. oğlum, minik suratlım masanın diğer tarafındaydı. onu izlediğimi bilmiyordu, kendi halinde köftesini yiyordu. bir süre sonra ona baktığımı hissetti, kafasını kaldırıp bana baktı ve gülümsedi.
hah dedim, işte onca yolun, acının, kararların, çıkmazların ve geçen binlerce günün anlamı bu. her şey, o anda orada olmamız ve birbirimize gülmemiz için var olmuştu ve bunu fark etmiştim. geçmiş ve gelecek, atomik saatin tiktakları arasında salınıp duruyordu...
