11 Nisan 2025 Cuma

olağan şüpheli

bugün iki kez imza attım. 

ilkinde, adımın soyadımın altında komisyon başkanı-mimar yazıyordu diğerinde ise şüpheli. ilkinin fotoğrafını çekip anama göndersem, bağırlı güvercinler gibi kabarıp guburuk diye ses çıkarırdı. ikincisinin fotoğrafında ise buz keser, bildiği duaları okur ve epey dua bildiği için de bu onun saatlerine mal olurdu. o yüzden endişe ya da neşe vermek yerine sadece sakin kalmaya gayret ettim ve savcılık soruşturmasını ustalıkla savuşturup tutuklanmaya sevk edilmeden işe geri döndüm. yazacak pek zamanım kalmadı ama yine de tarihe bir not düşmek lazım, fosforlu bir muhabbet kuşu olsaydım bütün bunlarla boğuşmak yerine marulun içinde aşk dansları yapar ve yaşamı kutlardım. bugün yaşamın kutlanacak pek bir tarafı yoktu, ülke ağır bir yorgan gibi haftalardır üzerimde zaten bir de üzerine savcı görmek ateşi iyice harladı. 

herhangi bir suçum ya da ihmalim yok, bütün kötülüklerin kavşak noktası müteahhitlerin başıma sardığı ince bir çorap sadece ama yine de adımın altında şüpheli sıfatını görmek, içimdeki muhabbet kuşunun rengini kaçırdı. gri ve tonlarında bir kuşla adliyeden çıktım, kırlangıç fırtınasından arta kalan birkaç rüzgar hala denizi kışkırtmaya çalışıyordu, tankerler açıkta demirlemişti. doğa yine kendi halinde ne de güzel yaşıyor ve yaşatıyordu, biz ise tüm kurumlarımızla birbirimizin başına bela olmaya kaldığımız yerden devam ediyorduk. araba tasarımcısı olmak için mimarlık okurken kendimi kaderin ördüğü kilim desenli kazağın içinde, bir devlet dairesinde bulmuştum. diğer masadakiler bana pek benzemiyordu, yeni aldıkları ajda bileziklerini şıngırdatıyor ve birbirleriyle sürekli konuşuyorlardı. konuşacak ne kalmıştı, tüm hayatımız burada geçiyor, evlere sadece yatmaya gidiyorduk. tüm kristal sabahlar, tüm yayvan öğlenler ve vanilya akşam üstleri hep burada tamamlanıyordu. bizden geriye kalanları, cami avlusundaki dinci güvercinlere dağıtıp öyle yola devam ediyorduk.

adaggio'nun yaylıları yükselirken, parmaklarım bir arzuhalcininkiler gibi klavyenin üzerinde dans ediyor. kendime öfkeli değilim, sadece şüpheli sıfatından uzak duracak kadar akıllı davranmalıydım. bir türlü öğrenemedim politik davranmayı, aradan sıyrılmayı ve tehlikeyi sezmeyi. aklım beş karış havada, bedenim ceviz masada, suratım bir lahitteki yüz gibi asırlardır donakalmış. buzdolabının kapağını açıp engin bir coğrafyayı izler gibi uzun uzun bakıyorum ve neyi ne için yaptığım asla aklıma gelmiyor. tereyağı mı alacaktım, soda mı açacaktım, eylemin sebebi neydi? o sırada germen kabileleriyle tuna sınırında bir cenge tutuşmuş marcus aurelius'un aklından geçen zamansız bir düş müydüm? çadırında notlarına devam ederken, mum ışığında sönüp giden bir yanılsama mıydım?

bir ara temize çekerim diye aklımın nemsiz dehlizlerine tulum peyniri gibi bastığım hikayeler, unutulmaya yüz tuttu. kaç mevsim gerekiyor onların demini alması için bilmiyorum. deneme yanılma ile ancak bu kadar oluyor sanırım, işlenmemiş bir elmastan ziyade keser yüzü görmemiş bir tomruk gibiyim. belki de benden en fazla bir masa ve dört sandalye çıkar. masanın üzerine bir çuha, üstüne de yeni bir okey takımı. okeye ikinciyi, üçüncüyü ve dördüncüyü bulmam bir telefonuma bakar. hesabına ve birasına okey oynuyorum birkaç senedir, okey arkadaşlarım ise karslı beden eğitimi öğretmenleri. bir değil, iki değil tam üç taneler. arasan bulunmaz, bulsan inanılmaz. hayat boyu yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanmak yerine bir okey masasında nihayete eriyor.

neydi bu yazı tekniği, bilin çakışı mıydı? ceplerime taş doldurup nehre yürümeyim diye cepsiz kıyafetler giyiyorum yoksa nehir var hemen penceremin ötesinde. pencereden atlayıp suya ulaşmak bir dakikamı almaz. yine de bel çantası, el çantası ya da erkeklerin her şeyi içine teptikleri o saçma şeyin adı her neyse ondan taşımadan bu hayatı tamamlayacağımı düşünüyorum. fena başarı değil.

pazartesi sabah otogarda karşıladığım ve daha önce hiç görmediğim adamın da elinde bu çanta vardı. arabamı almaya eskişehir'den gelmişti, alıp gidecekti. kahrolası plan buydu. fiyatta anlaşmıştık, üzerine kapora-kaparo-kaparzo-kaprisiyoo bile almıştım. adam geldi ve arabada benim şimdiye kadar fark etmediğim bir hatayı şıp diye buldu. hocam dedi, marşpiyelde göçük varmış, keşke söyleseydiniz. yüce tanrılar ve kısık ateşte on saat kaynayan kemikler adına, ben marşpiyeli motorun içinde bir şey zannediyordum. ara sıra duyuyordum ama nerede olduğuna bakmamıştım. kapının altındaki hatmış, bizimkisi ise biraz göçmüş. ben arabanın normali öyle sanıyordum. arabayı 10 sene babamdan almıştım, gerçi almak yerine arabaya akbaba gibi çökmüştüm. alırken pek para vermediğim için pazarlık da yapmamıştım, o yüzden pazarlık lanetinin beni bulması geç oldu. adam arabanın etrafında müfettiş gibi dolaşıp para kırabileceği birkaç ikram daha aradı ve buldu. fiyattan biraz daha düştük. umurumda değildi arabanın ne kadara satılacağı, sadece satmak istiyordum. diğer arabayı çoktan almıştık fakat bunu satmayı unuttuğumuzdan çift arabalı müreffehler gibi bir yalanı yaşıyorduk.

el çantalı adamla ekspertize gittik. bir de eksper her tarafını mıncıkladı ve okşadı, arabanın meme uçları olsaydı muhtemelen hazdan dikilirdi. motorun kaputunu açtı, ben de bu vesileyle arabanın görmediğim taraflarını gördüm. uzun bir çubuğu çekti, oradaki bir şeylere baktıktan sonra gözlerini ufka dikti. eksper, bir araba büyücüsü gibiydi. hepimiz ağzından çıkacak kelimelere tapmak üzere karşısında dikiliyorduk. arabanın iyi olduğunu söyledi, adamın buldukları dışında ikram edecek bir şey kalmamıştı. araba alıp satmanın bana göre olmadığını fark ettim, ticaret de olmazdı, dükkan açsam batardım. borçlarımı ödeyemediğim için dükkanın tavanına urganı bağlar ve eşantiyon taburenin üzerine çıktıktan sonra da dünyaya on milyon borçla veda etmeye çalışırdım. 

ağırlığıma dayanamayan tavan üzerime çöker ve üzerimde alçı sıva ve boya, boynumda urgan ile hayatta olmamı sokaklarda koşarak kutlardım. bu benim ikinci şansım diye haykırırdım fakat haykırmama gerek kalmadan arabanın satışı için notere gitmek zorunda kaldım.

adam şak diye tüm parayı gönderdi, arabayı aldı ve imzalar atıldıktan sonra da ortadan kayboldu. beş gün oldu henüz aramadı, sanırım arabayı satmayı başardım. parayı da hanıma yolladım, o da kayınçodan mı ne borç almış. para hızlıca sekerek uzaklaştı yani birkaç saatte. iyi de oldu. para beni kudurturdu, ne yapacağımı bilemez atlara yatırırdım. atlar da beni yatırırdı. 

zamanda bir saat ileriye hızlıca atlamak için bu yazıya girişmiştim, görüyorum ki başarılı oldum. tam beş dakika kala yazıyı tamamladım, ne anlattığımdan pek haberim yok, umarım 53 sene sonra bu yazıyı okuyan tarihçiler, yazıyı yazıldığı günün şartlarıyla değerlendirir. eğer ölmemişsem, gelip bana da sorabilirler tabii. 95 yaşında sinirlerim el verdiği ölçüde açıklamaya çalışırım. şimdi yazıya uygun bir fotoğraf bulayım ya da willy geldiğinde olympos kalesine çıkmış ve orada rajaz dinlemiştik, bir ejderha da sanki kumsalda nehir suretine bürünmüştü, o fotoğrafı koyayım. 

10 Nisan 2025 Perşembe

kendime düşünceler 2

marcus aurelius'un kendime düşünceler adlı meşhur kitabı aradan geçen 1845 yıl boyunca epey satınca, ikincisini yazmayı ve hazır şöhretten, kurulu düzenden nemalanmayı düşünmedim değil. yazarı 17 mart 180 yılından beri ortalıkta yok, ölümden sonra hızlıca unutulacağını düşünmüştü fakat bu konuda yanıldı. diğer söylediklerine ise tamamen katılıyorum, kafamda uzun senelerdir demlenen fakat dağarcığım yetmediği için tam ifade edemediğim düşünceler aslında marcus'un kitabında çoktan yazıyormuş. bunu öğrenmem neredeyse kırk senemi aldı. kendimi hiçbir akıma ait görmezken, süzme bir stoacı olduğumu, stoa'nın damarlarımda aktığını ve benden stoa'yı alsalar geriye sadece karkas et kalacağını fark ettim. karkas etimi yıllarca dinlendirmek, kekik ve zeytinyağı ile marine etmek ve sonra da yüksek ateşte mühürlemek istedim. kendi etimle ve kanımla bir dolunay gecesinde ziyafet çekmek, sonra da diğerleri gibi yok olup gitmek içimden geçti. 

içim geçmiş...

----

üstteki satırları haftalar önce yazmaya başladığımda, işler bu kadar çığrından çıkmamıştı. her şey yolundaydı fakat yol o kadar da güzel değildi. siyasal islamcıların canına okuduğu bu topraklar, adeta bir yatırın üzerine inşa edilmişçesine ne tam batıyor ne de tam çıkıyordu. bir bakıyorsun boğuluyor, nefes almakta zorlanıyor bir bakıyorsun güzel mavi bir göğün altında yaşamanın tadını çıkarıyorduk.

kafasını şevk ve şehvetle sallayan bir muhabbet kuşunun videosunu büyük bir coşkuyla izlediğim bir perşembe sabahıydı. ertesi hafta işe gitmek yerine dışarda olmayı ve fosforlu yeşil bir muhabbet kuşu gibi sağa sola koşturmayı istedim. yıllık iznimi kemirmeye ve ondan ufak parçalar koparmaya henüz başlamamıştım. dükkandaki sıkıntılı işler ve işlemler yüzünden sinirlerim hafiften bozulmuş, sağ gözüm ise seğirmeye yıllar önce kaldığı yer neresiyse oradan devam etmişti. 

içinde esnaf olmayan esnaf lokantasında öğlen yemeğimi yerken, likya yolunun çağrısına daha fazla direnç göstermedim. patikalar bizi beklerdi fakat biz kimdik? willy'i aradım ve haftaya yürüyeceğimizi söyledim. anaksogaras'tan sonra urla'da yaşayan ilk filozoftu, nihilistti ama bunu aşırı içmediği sürece itiraf etmezdi. çalıştığı yerden, siyasi partilerden, birim amirlerinden, yeni bir şey almaktan, arabalardan, sosyal ilişkilerden ve bunun gibi bir çok şeyden hoşlanmazdı. nihilistten ziyade nihilizmin et ve kemikten bir heykeli gibiydi ama beni dinlerdi. haftaya yürüyoruz dediğimde ikiletmedi, planları çok detaylandırmaya gerek kalmadan, sadece çamların arasında denizi yer yer gören patikalarda, sırt çantamızda biralarla yürümenin tadını ikimiz de çok iyi bilirdik.

willy ertesi salı geldi, cumartesi sabah ise geri döndü. dört gün dört rotanın canına okuduk, gizli bir mağaraya hislerimizle ulaşmayı başaramayınca, o mağaraya ulaşmış insanların çektiği videolardan rota analizi yaptık. kayıp dediğimiz mağaranın tam üstünde durup mağarayı aramışız. kayıp cennet, ayaklarımızın altındaymış. demek ki bazen etrafa bakınmayı kesip neyin üstünde durduğumuza dikkat etmeliyiz. 

izin bittikten sonra, işe ve delirmiş ülkeye dönmem daha da sancılı oldu. sürekli haberleri izlemek, gündemi takip etmek, bir şeyler yapmaya çalışmak, öfkelenmek, iç sıkıntısı, bazen çaresizlik, bazen tünelin ucundaki ışık, iktidar hırsıyla ucubeye dönmüş yaşlıların ısrarı, çirkinleşmeleri, insanların adalet arayışı, ödediği bedeller derken haftalardır ip üstünde işini sevmeyen bir cambaz gibiyim.

marcus aurelius-kendime düşünceler'i okumak ve dünya üzerinde yeni bir şey olmadığını, her şeyin tekrarlanıp durduğunu görmek beni yatıştırdı. o sırada okuduğum kitapları, o sırada izlediğim filmlerde görmeyi seviyorum. küçük bir sihir gösterisi gibi.

doğduğum yıl vizyona giren mine'de, yüzyıllık yalnızlık bahsi geçiyordu. the holdovers'ta da kendime düşünceler. irvin yalom'un günübirlik hayatları son okuduğum kitaptı, kapağında ise yine marcus aurelius'tan alıntı vardı:

"hepimizinki günübirlik hayatlar. hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok."