20 Ekim 2025 Pazartesi

gabor: bir kediden fazlası

evden işe yürüdüğüm o kısa yolun kayda değer tek öznesi, dünyadan ve dünyanın geri kalanından nefret eden gabor. bazıları onun kedi olduğunu iddia etse de; bazılarından, diğerlerinden, başkalarından, tekil ve çoğul şahıslardan, işe gidip gelenlerden, kendisine samimiyetsiz bir samimiyetle yaklaşanlardan neredeyse tiksinen gabor, kendisini bir kedi olarak görmüyor. o saf bir hoşnutsuzluğun ve bıkkınlığın biraz tüy ile sarmalanmış ve dört patiyle hareket kazandırılmış hali. tanımlamanın sınırlamak olduğunu biliyor, sadece yalnız kalmak ve dünyanın sonunun bir an önce gelmesini çıplak gözlerle izlemek istiyor. yaşamaya hevesli değil ama ölüm de ona cazip gelmiyor. 

beyaz eşya mağazasının köşesindeki müstakil kutusunda yaşayan gabor, soğuk kış günlerinde eğer güneş çıkmışsa güneşe yüzünü dönüp ısınmayı sever. maması ve suyu her zaman vardır ama bunu ona getiren insanlara bir sempati beslemez, öyle bir talebi olmamıştır. o biraz mamayla kandırıp her gördüğünüzde kafasını seveceğiniz kedilerden değildir. sırnaşmaz, gırıldamaz, ayaklarınıza dolaşıp sevgi dilenmez. gülmez, gülümsemeyi aklından bile geçirmez. diğer kedilerle ortak paydada buluşmaz, bazen simit yerken ağlayan sokak köpeklerinin sefilliğine hayret eder. pek uzaklara gitmez, ortalıktan kaybolmaz. kıvrımlı patikaları olan parkta günlük yürüyüşünü yapar, kimselerin bilmediği kuytularda kafa dinler. kuşların avlanacak kadar önemli olmadığına inanır, balıklar ise uğruna ıslanılacak canlılar değildir. beslenmeye çok kafa yormaz, sonsuza kadar yaşamayacağının farkındadır. dünya, geçerken uğradığı sevimsiz bir istasyondur sadece. insanları sahtekar, evcil hayvanları ise insanlarla fazla yüzgöz olmaktan iradesini yitirmiş zavallılardır. bazen nehir kenarında yürürken, sanki uçarmış gibi yüzen carettaları izler. bunlar diğerlerine nazaran gururlu hayvanlardır, insanlara minnet etmek yerine denizden nehre ulaşır, su altı çayırlarıyla beslenirler.

isminin birincisi, alemlerin en huysuz organizması gabor hemen her günü aynı şekilde tamamlamaya gayret eder. kimseye kendini sevdirmez, yüzlerinde yılışık gülümsemeyle kendisine yaklaşanlar olursa hemen sivri dişlerini gösterip bir ejderha gibi kükrer. teması sevmez, mesafelere inanır. onu bir organizasyonda, davette, açılışta ya da toplu av şenliğinde henüz gören olmamıştır. 

işten eve yürürken gabor'u bir kez daha görürüm, kuyruğunun üzerine oturup çatık kaşlarıyla rüzgarda salınan ağaçları izler. hafif duraksayıp ona bakmamdan hoşlanmaz, sanki o yokmuşum gibi eve yürümemi ve bir an önce gözden kaybolmamı ister. ruhu eşsizdir, tüm canlılardan alfabetik sıraya göre nefret eder. 



13 Ekim 2025 Pazartesi

ışık ülkesinde bir gece

"galaksinin batı sarmal kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır.

bu güneşin yörüngesinde, kabaca yüz kırksekiz milyon kilometre uzağında, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler."

çok uzun süren bir planlama döneminden, diplomatik teşebbüslerden, bitmek bilmeyen alışveriş listesinden, koordinat belirleme çalışmalarından sonra sonunda olmak istediğimiz yerde, bir dağın yamacında yaktığımız ateşin etrafındaydık. hiçbirimizin kuyruğu yoktu ama sevinçten kuyruklarımızı sallıyor gibiydik. birimiz ateşi besliyor, diğeri kuru dal topluyor, öbürü mezeleri hazırlıyor, sonuncusu da dev kamp dolabından, on parmak buzun altına istiflediğimiz biraları ikram ediyordu. şehirler ve ışıklar geri kalmıştı, likya ülkesine yavaştan gece çöküyordu. sabah erkenden, adeta kavimler göçündeki son kavim gibi gelmiş ve pikabın arkasındaki her şeyi indirip bir yerlere koymuştuk. gece yarısı sürünerek gireceğimiz çadırımızı kurmuş, yatakları şişirmiş, uyku tulumlarını sermiş ve haftalardır konuştuğumuz rüyaya uyanmıştık. üçü evli, biri dul dört erkektik. 40'ların başında bir yerde, yeterince hırpalandıktan sonra doğaya dönmenin tek yol olduğunu hissetmeye başlamıştık. odun toplamalı, ateş yakmalı ve barınağımızı kurmalıydık. bu antik bir içgüdü gibiydi, bizi hem takip ediyor hem de hislerimize önderlik ediyordu. biralarımız ılımasın endişesiyle o kadar çok buz getirmiştik ki, kutuları soğuktan tutamaz olduk. evdeki buzdolaplarımız bile o kadar soğutmuyordu. hava ekimin ortasında bir gün için ılık, yerler ise iki gün önce yağan yağmurun etkisiyle nemliydi.

"gece, gündüzün devamı değildir" diyen tezer özlü, bir likya gecesine hafif adımlarla yürürken mi bunu düşündü bilemem ama yıldızların parlamaya başlamasıyla her şey değişti. lacivert bir örtüye açılmış sonsuz sayıda delikten ışık süzülüyordu sanki. aralarındaki milimetrik boşluk, belki de milyarlarca kilometreye denk geliyordu. çam ağaçları onlara dokunmaya çalışır gibi uzuyor, kollarını atmosfere uzatıyordu. takımyıldızlar önümde seriliydi, ay henüz yükselmemişti. batı sarmal kolunun bir ucunda, bir patikada yürürken bile içinde olduğumuz galaksiyi görebiliyordum. ne kadar küçüktük, ne kadar kısa süre yaşıyorduk ve bu süre içinde ne çok imtihan veriyorduk. ölçeklendirmede bir sıkıntı vardı. teknik kapasitesi 2008 yılında aldığım canon 400d'den daha yüksek gibi görünen yeni telefonum xiaomi 15 ultra'yı sonunda deneyebilecektim. bu gece için aldığım tripodu toprağa kurdum, telefonu taktım ve nefesimi tutup deklanşöre bastım. ışık ülkesi denmesinin sebebi belki de gündüzü değil, gecesiydi:








9 Ekim 2025 Perşembe

hayat, yaşayanların elinde ziyan olur

az önce, hiçbir yerden gelip hiçbir yer istikametine devam eden uzun bir toplantıdan çıktım. sebepler ve sonuçların bir anlamı yoktu, her şey tesadüfen meydana geliyor ve öylesine gelişiyordu. bitip bitmediği de kimsenin umurunda değildi. bir odaya doluştuk, önümdeki resmi yazılara bakıp yine pek bir şey anlamadım. bir insan tarafından değil de, okumayı yazmayı bilen insanlar anlamasın diye özellikle belirtilmiş bir yapay zeka komutuyla oluşturulmuş gibiydi. çok uzun zamandır bu gezegendeydik ve hala yerleşmeye çalışıyorduk, sanki burası evimiz değil de savaşla ele geçirdiğimiz ganimetimizdi ve yağmalamanın yeni yollarını arıyorduk.

toplantının sonuna kadar sakin kalmayı başardım, gıcırdayan dişlerim ve kasılan çenem için yapacağım bir şey şimdilik yok. emekliliğimde dağlara bakan güzel bir ağaç altı bulur ve alıp da okuyamadığım kitaplara dalarken bir şekilde rahatlarım. on kitap alıyorsam ikisini ancak okuyabiliyor, diğer sekizine sıra gelmeden yeni kitaplar alıyorum. en son 1983 haziranının adana'sında  geçen "incirlik yazı"nı okudum, 1983 temmuzunda dünyaya geldiğim şehir hala ilgimi çekiyor. babamla dayımın 1975'te geçirdiği bir günü düşünmek, daraldığım bir 2025'te ruhuma çok iyi gelmiş ve zülkarneyn gibi zamanın efendisi olmuştum. bazen de dedemin bundan atmış sene önce geçen sıradan bir gününü görüyorum, mavi bisikletiyle pazara gitmesini, aklından geçenleri, arkadaşlarıyla kahveye gidip kağıt oynamasını, benim şimdiki halimden daha genç olduğu zamanları... gelecek hakkında pek bir fikrim yok, zalim ve güçlü bir akıntı gibi bizi kendisine çekiyor ve daha iyi olmayacağını görüyorum. kötü zamanlarda, kötü insanların tüm gücü ele geçirdiği bir ülkede yaşıyoruz ve onları ölümden başka durdurabilecek hiçbir şey kalmadı ve azrail de onlardan tarafmış gibi geliyor. o yüzden geçmişi düşlemek, çoktan yaşanıp bitmişleri kendi süzgecimden hayal etmek daha güvenli geliyor. acımasız sonları olmuyor, ending credits'in bitişi gibi müzik yavaşça azalıyor ve susuyor. 

ending credits ile ilgili neler yazmışım diye blogta geçmişe gidince, kardeşimle bir koyda bira içtiğimiz ve eve döndükten sonra devam edip yakalanmamak için kutuları da gitar kılıfına sakladığımız çok güzel bir güne vardım. ıssız koyda artık belediyenin tesisi var, yazları can pazarı oluyor. biraları aldığımız market çoktan kapandı. pro evolution soccer artık çıkmıyor, herkes fifacı oldu. gitar kılıfı 14 yıldır yerli yerinde, yatağımın altında oğlumun onu keşfedeceği günü bekliyor. şimdiki zamana hiçbirisi kalmadı ama geçmişte bir günde her şey yerli yerinde, yağmur sonrası açan güneş gibi ışıl ışıl ve parmaklarımın tuşların üzerindeki hareketiyle yeniden canlanıyor. yazmak, lanetimden çok cankurtaran salıma dönüştü. tatlı suya ulaşabiliyor ve basit bir düzenekle besinimi karşılayabiliyorum. geçmiş benim okyanusum, olan ve olmamış tüm hallerimin, tüm sevdiklerimin yaşadığı vatanım. o yüzden sık sık geriye dönüyor ve orada yeni bir patika buluyorum. 

yeni imara açılan yerlere yapılacak yeni binaların projeleri, ruhsatları, bir sürü teknik personel, bunları parasıyla muma çeviren müteahhitler bana ahlaki gelmiyor. hangi bina bir ağacın güzelliğine, hangi site bir ormanın büyüsüne sahip? bir sene geçmeden boyası atan, çürüyen, malzemelerini kusan canavarlardan başka bir şey değil artık benim için apartmanlar. en güzelinin en çirkininden farkı yok. bahçe duvarları, sığınaklar, ledli tavanlar, padişah koltuğu gibi işlemeli asansörler, baskı betonlu yüzeyler, parlak fayanslardan yansıyan gömme spotlar... hiçbirisine katlanamıyorum artık. o yüzden daha fazla doğaya dönüyor, bir şey izleyeceksem bile kamp videoları, ıssızda yakılan ufak bir ateş, kar fırtınaları ve eski bir kütüphaneden yağmur altındaki taş sokakları izliyorum. 

toplantının kasveti yazdıkça dağıldı, bir sonraki hayatımda çalışmak ve para kazanmak zorunda olmadığım bir derebeyi ya da omzunda küçük bir kertenkelesi ile yola koyulmuş, adaleti kendince sağlamaya çalışan bir samuray olmayı diledim. bir çizgiromanın ilk taşları aslında bu, proje henüz geliştirme aşamasında. bu prodüksiyon işlerini zerre bilmediğimden, sadece ilk adım olarak da kalabilir ama bir anti-kahraman, insanlara bayılmasa da elinden geldiğince yardım eden, çocukları koruyan bir samuray fikri üzerine uzun zamandır düşünüyorum. adı aurelius segundo. marcus aureilus'a benziyor tipi, görkemli sakalları ve omzunda istihbaratçı bir kertenkelesi var. bu kertenkele, aylar önce havuzun dibinden kurtardığım kertenkele olacak. her yere girip çıktığından bana sürekli gizli bilgiler getirecek. bir kertenkele ordusunun komutanı olacak. aurelius segundo, yüzyıllık yalnızlık'tan ve kendime düşünceler'den damıtılmış, çift kılıç taşıyan ve dünyayı kaba saba bir yer olmaktan kurtarmaya çalışan bir savaşçı gibi zaman ve mekanda dolaşacak. 

tabii bütün bunlar, şimdiki zamanın üzerime çöken karabasanını dağıtmak için kendime oynadığım küçük bir oyun bile olabilir. hayat sonuçta, douglas adams'ın dediği gibi:

"yaşayanların elinde ziyan olur"