4 Mart 2013 Pazartesi

path of light

çiyle kaplanmış berrak bir günün ilk saatleriydi, mistik likya yolunun gelidonya feneri'ne giden bir kolundaydık. karaöz tarafından gitsek 5-6 km yürüyecekken, biz adrasan tarafından tırmanmaya başlamıştık. erken varmanın bir anlamı olmazdı, yolun sonunda adalara bakan fenerin tüm görkemiyle dikilmesi bile oraya gitmekten daha güzel değildi. 

grubun en genci 15 yaşında bir kız, en yaşlısı ise 78 yaşında bir adamdı. grubun bana en benzeyeni ise hemen önümde yürüyen babamdı. evden sabah altıda çıkmış ve erzağımızı tek bir sırt çantasına sığdırmıştık. annekuşun yokuş çıkmakla arası pek iyi olmadığından, o evde kalmıştı. 

at çiftliğine varana dek durmadık, temiz bir düzlüktü ve yer yer yığma taştan teraslar yapılmıştı fakat ortada ata benzer bir hayvan yoktu. bir yolgezer edasıyla çimleri inceledim, nal izleri de kaybolmuştu. atlar gideli çok olmuştu bu diyarlardan. belki de bir girişimci, onları gemiye bindirdikten sonra iskandinavya'ya götürmüş ve isveç'te kaybolan 9000 at projesine dahil etmişti. atlar sucuk ya da ecnebinin diliyle bacon olmuş, nice pazar kahvaltılarını şenlendirmişti. tahmin yürütmeye fazla zamanım yoktu, yola devam etmeliydik. grup halinde fotoğraf çekilme ısrarından kendimi soyutladım, fotoğraf çekmekten hoşlansam da bunları sonra gerekli yerlere ulaştırmaktan nefret ediyordum. aktif olarak facebook kullanmadığım için de çiçeği böceği çekmek bana daha insaflı geliyordu. kapıma dayanan ve ver lan fotoğraflarımızı diyen ağaç şimdiye kadar olmamıştı. 

ağaçların ve kayaların üzerine işlenmiş kırmızı beyaz likya yolunu takip ederek üç saat yürüdükten sonra, kahve molası verdik. herkes bir kayanın üzerine tünedi, ben de ceren'imin hediye ettiği termosu çantadan çıkarıp babama ve kendime kahve hazırladım. sadece su ve erzak taşıdığımız halde çanta ağırdı, özellikle tırmanırken kendimi çilekeş bir deve gibi hissediyordum. annem, bir hafta kalacağımızı sandığından yarım kilo da kuru incir koymuştu. savcı beye de ikram ettim biraz, bir zamanlar anadolu'da filminden bir kare gibiydi. bir ceset peşinde değildik sadece, deniz fenerine gidiyorduk ve daha yolumuz vardı.

dağlar, denize paralel uzansa sorun olmazdı fakat yer yer dik uzanan arsızlar yüzünden önce tırmanıyor ve sonra iniyorduk. inişler de belli süre sonra zorlamaya başlıyordu, 100 kilonun üzerindeydim ve bacaklarım bunu her seferinde hatırlatıyordu. bir kamyonu frenlemeye çalışan talihsiz balatalar gibiydiler. deniz ve suluada hemen solumuzdaydı, hava alabildiğine güneşli ve sıcaktı. aşkkuşumla eskişehir'den yeni aldığım columbia montumu arabada bıraktığım için hafif bir tebessüm ettim, yanıma alsam mont ile manyak dervişler gibi dağlarda dolaşacak ve nesiller boyu dilden dile anlatılacaktım.

taşların, kızıl toprağın, çimlerin ve yıkılmış ağaçların üzerinden geçip ileriye doğru baktığımda en sonunda onu gördüm. adaların ve denizin bekçisi gibi mağrur bir edayla dikilip misafirlerini bekliyordu. beyaz sıvası yer yer dökülmüş olmasına rağmen, yeni yapılan her şeyden daha güzel görünüyordu. uğruna tüm apartmanları, villaları ve konaklama tesislerini kurban edebileceğim gelidonya feneri'ni tüm heybetiyle görünce bacaklarıma can geldi. odamdan dahi görülebilen beş adalar, deveci taşları da denir bazı seyyahlarca, hemen karşımdaydı. zeytin ağaçlarıyla çevrelenmiş derin bir mavi, sıvası dökülmüş beyaz bir kule, kızıl ve verimli topraklar, rüzgarın sesi ve sonsuzluk. anın büyüsü, beni bu sefer de ışığa giden yolda bulmuştu. iki ayağımı yerden kesip bir kuşa dönüşmeyi ve uzun yıllar boyunca akdeniz'in üzerinde süzülmeyi istedim. ged'in dönüştüğü gibi, sessiz ogion'a ulaştığında artık eski haline gelmesinin çok zor olduğu kadim zamanlardaki gibi. geçmişte karşılaştığım ve kendime kattığım her şey, tek bir ana sığıyordu. hayat, ne zaman başlayıp bittiğinden bağımsız olarak sadece bir andı ve bulmacalara göre de an, en kısa zaman birimiydi. kendimi doğaya kattığım zaman, her şeyi tüm çıplaklığıyla görüyordum. şehirleri, medeniyetleri yani sonradan ortaya çıkmışları pek sevmiyordum. başlangıçta olan ne varsa, onlar olsa yeterdi bana. deniz fenerinin yamacına kurulup erzaklarımızı çıkartırken de bedenime geri kondum. acıkmıştım ve annem, dört hafta yetecek kadar yiyecek koymuştu. cumartesi çalıştığım o berbat zamanların ardından mücadeleye devam etmiş ve babamla, likya yolunun deniz fenerine ulaşan bir kolunu başarıyla tamamlamıştım. ne kadar övünsem azdı ama övünmedim, kafamı yukarıya kaldırıp baktım. engin maviliklerin üzerinde bir kuş süzülüyordu ve onun aslında kim olduğunu biliyordum. ailemiz hep bir arada kalmaya devam ediyordu ve işin güzel tarafı bunu her seferinde fark ediyordum.


















3 yorum:

zaphod dedi ki...

Ben de istiyom lan

mies dedi ki...

sen artık şehir hayatının gözbebeği, şeytanın avukatı olmuşsun. börtüböcek seni öfkelendirir.

DubbA dedi ki...

Doğayla iç içe! Yaşa sen Mies