16 Temmuz 2024 Salı

temmuzun ortasında bir gün

"her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?" 

-barış bıçakçı. bizim büyük çaresizliğimiz.

sıcak, çok sıcak bir gündü. babam aşağıda bir yerlerde kendisini içeri almayan görevliyle henüz kavga ettiğinden gömleği yırtılmıştı. annem ise tüm yorgunluğuyla yanımdaydı, tavanda pervane var mıydı tam hatırlamıyorum. daha gözlerim açılmamıştı, bir şeyler hissediyor ama sınıflandıramıyordum. babam, kapıdaki canavarı alt etmiş olsa gerek yırtık gömleğiyle gelmişti. ilk oğluna ilk defa bakmıştı.

öğleden sonra çıkıp eve dönmüşüz, o kısımlar bende kayıp. aynı sabah hem dünyaya gelip hem de taburcu olmak, eve dönmek başa çıkabileceğim şeyler değildi ama bizimkiler yanımdaydı. o zamanlar bebekleri soslamak ve terbiyeye yatırmak olağan karşılandığından benim şansıma defne yaprağı gelmiş, sadece süzme yoğurt sürüp üzerimde zeytinyağı gezdirmedikleri kalmış ama sorun değil, hala hayattayım. büyük bir sağlık problemim yok, bir ara karaciğer yağlanmıştı bir hafta maydanoz kemirerek bu sorunun üstesinden geldiğime inandım. fazla tetkik inancı sakatlar, o yüzden bir daha da hastanenin kapısından içeri girmedim. daha iyiyimdir muhtemelen, bir ara spora geri dönerim diyordum ama o ara henüz gelmedi. kesintisiz bir kompartımanın içindeyim, her şey ucu ucuna yetişiyor, birkaç saatlik boşluk bulursam ne ala, bulamazsam da şafak vakti ufka bakıyorum. 

bu sabah da sıcak, çok sıcak bir günün başıydı ama klima sabaha kadar odayı buzluğa çevirmişti. metro marketin balık reyonundakiler gibi diklemesine yatıyorduk, oğlumun avuçları her zamanki gibi gözlerimin üstündeydi. bir gün tek gözümü çıkarmayı başaracak ve işe korsan gibi tek gözünde deri parçasıyla geleceğim. çalışırken asık suratlı mendeburun tekiyim ve bu deri parçası beni tamamlayacaktır. en azından konuşma ısrarına devam edenlere, deri parçasını kaldırır ve oradaki karanlık kuyuyu gösteririm. bak derim, ilgimi çekmeyen konular hakkında söylediğin her şey bu gözün ışığa verdiği tepki kadardır. minik balığım, ben işe gitmeden önce kalktı ve "iyi ki doğdun baba" diye sarıldı. 26 kiloluk ve yaklaşık 8 yaşındaki bir balık, nasıl da tüm evreni bir arada tutuyordu bir kez daha hayret ettim. balık dile geldi ve ne hediye istediğimi sordu. hediyeyi benim ona alacağımı söyledim, bir kırtasiyede mutlaka pokemon kartları olmalıydı. çağlar da çok severdi pokemonu. dişlerimi fırçaladım, avcuma su doldurup anılarımmış gibi yüzüme çarptım. ön dişi bugün yarın düşecekti, sallanıyordu. 

bitirdiğimiz yaşı sayarmışız, o yüzden 41 diyebilirim. bundan sonra hayatın anlamı:42'ye motorsuz, sadece yelken seyriyle gitmeye çalışacağım. rüzgar bazen delirebilir, beni üç gün ileriye atabilir ya da bazen ters bir akıntı rotamdan alıkoyabilir. sorun değil, artık bu yolun kalın urbalı ve yalın ayaklı keşişiyim. kinikler gibi meydanlarda insanlara havlamıyor ve onların her şeyiyle alay etmiyorum. yüklü kervanıyla çölü geçen ve düşlerine inanan rimbaud ya da ormanında öğleden sonra yürüyen thoreau'yum belki. çoğu ölü harika arkadaşlarım var, hayat dolular. rimbaud'un tahta bacağı bile çoğu insandan daha fazla yaşam belirtisi gösteriyor. onlarla yürümeyi seviyorum, çölü geçerken gece yıldızlar öyle yaklaşıyor ki rajaz'ı mırıldanıyorum. zaman ve mekanın sonsuzluğunu, tesadüfleri, karşıma çıktıkları anın ışıltısını seviyorum.

üç gün önce "the reader"ı izledim, homeros'un odysseia'sını okuyordu genç michael, hanna'ya. iki gün önce deniz kenarındaki bir kahvecide raftan rastgele bir kitap seçtim kahve içerken bakınmak için. aynı kahveciye kışın da uğramış ve halil cibran'ın ermiş'iyle karşılaşmıştım. okuduklarım mıh gibi aklıma kazınmıştı. seçtiğim kitap bora ercan'ın odysseys adaları-bir akdeniz yolculuğu oldu, kasadan masaya getirirken hafiften döktüğüm kahve porselen yüzeyde yollar açtı ve ahşap masada sonlandı. yollar birbirine giriyor, kesişiyor ve birleşerek yeni bir rotaya dönüşüyordu.

kitap, kendi çekim alanını oluşturdu ve beni tek lokmada yuttu. gözlerimi açtığımda bir sahil kenarındaydım ve yanımda bir çocuk dama taşıyla oynuyordu. kahvemden bir yudum aldım, dilimin üzerinde beklettim, seçici geçirgen hücre zarımdan geçmesini ve atomlarıma kadar nüfuz etmesini istiyordum. kitapta geçen bir cümle, en sevdiğim filmlerden "eternity and a day"i gösteriyordu.

"... başka bir deyişle, zaman dama taşlarıyla oynayan bir çocuktur, diyen herakleitos'un adalarıdır bütün adalar..."

filmde duyduğum ve üzerine uzun süre düşündüğüm bu cümle, aslında herakleitos'unmuş. onu da tesadüfen girdiğim bir kahvecide, rastgele aldığım bir kitabın ilk sayfalarında gördüm. the reader filminden homeros'a, eternity and a day'den herakleitos'a sanki güçlü bir nehrin üzerindeki kayalardan sekerek geçtim. kahve bitti, kitabı ise aldığım yere geri koydum. artık o kitabın da peşindeydim; sait faik'in dediği gibi "kendi peşimi bile bırakmıştım" ama bulmam gereken kelimeler çoktan bir yerlere yazılmıştı. bir kinik gibi masanın üzerine çıkıp herkesi aşağılamak yerine sakince yürüdüm, zaman dama taşlarıyla oynayacak bir çocuktur ha, vay canına. zamanı sonunda anlamaya yaklaşmıştım.

birkaç saat sonra yine ve yeniden olimpos'taydım, ayaklarım suyun içindeydi ve her biri diğerinden farklı olan taşları inceliyordum. rastgele bir taş seçtim, üzerine bir harita kazınmış gibiydi. yerdeniz büyücüsü'nün haritalarına benziyordu. bir ada ve bu adaya yaklaşan dalgalar, usta bir çizerin dokulu kağıta ince uçlu mürekkepli kalemiyle nakşettiği bir düştü sanki. taşı uzun süre inceledim, tek bir panoramik manzara kesintisiz devam ediyordu. önceden kağıda çizilmiş ve sonra taş bu kağıtla kaplandıktan sonra on bin yıl boyunca olimpos'ta beklemiş gibiydi. taş için kısa, benim için fazla uzun.

taşı aldım, yanımda getirdiğim biraları içtim ve hemen sağda yükselen olimpos kalesi'ne baktım. 24 ve 28 yaşlarında iki kardeşi görene dek gözlerimi ayırmadım. oradalardı, ikisi aynı anda bana kadeh kaldırdı ben de 41 yaşının olgunluğuyla başımı hafifçe eğdim.

10 Temmuz 2024 Çarşamba

these are the days of our lives

94 yazıydı muhtemelen ya da 93. kolumu omzuna atmışım, bileğimde mor benetton saat ve üzerimde o senenin modası aşırı desenli şortla siyah bir atlet. sen de elimi tutmuşsun, arkadaki dağın yanmasına bile yirmi uzun sene var. güneş gözlükleri bizim değil, sahilde çılgın kalabalık yok. ikinci koya giden toprak yolda bir fotoğraf çektirmişiz ki kim çekti hatırlamıyorum. elimi ne de güzel tutmuşsun, oğlumun tuttuğu gibi.

sabah bu fotoğrafı koyduktan sonra, annem aradı. daha güzel bir yerde olduğunu, buna inandığını söyledi. 37 olacakmışsın ama 24'te kalmışsın. zamanı durdurmayı başardın mı yoksa yolculuğun bizim bilmediğimiz virajlı yollarda, okyanus kenarında, dağ geçitlerinde ve belki de ikinci koya giden toprak yolun başka bir yorumunda mı devam ediyor bilemiyorum. bir arabada, teknede ya da yürümekten iyice eskimiş ayakkabılarının üzerinde değilsin. yine gümüş detayları olan bir motosikletin üzerinde olduğuna inanıyorum. görüyorsun, bir süre sonra inanmak ve neye inandığını seçmek, bilmenin ve mevcut gerçeğin çok ötesine geçiyor. neyin ne olduğu umurumda bile değil, viraja girerken zarif bir hamleyle motoru yatırıyorsun ve yola devam ediyorsun. 

37 olmayacaktın, ben de altı gün sonra 41 olmayacağım. 24 ve 28'de zamanı durdurduk, mor benetton saatin saniyesi tek adım bile gitmedi. son doğum gününde, olimpos kalesi'ne tırmanmış ve birkaç bira içerken belirsiz bir gelecek için planlar yapmıştık. kasımın son haftası yine gelecektik. kış güneşinin, vadiyi geçip denize ulaştığı bir kasım öğleden sonrasında oradaydım, uzun bir yolu yürüyerek gelmiş, sahili geçmiş ve kaleye tırmanmıştım. blogun başındaki fotoğraf da o günden kalma. açma halkalarını birbirine kenetleyip taş duvarın arasına sıkıştırmıştım ki eminim şu an bile oradalardır.

37 olduğun alternatif bir evrende bu akşam buluşur, denize bakan iki ağacın altında ikişer içtikten sonra da dertleşirdik. hiçbir değeri olmayan gündelik koşuşturmalar, yalandan mevkiler, insanların bitmeyen uğultusu, işleri, satışları, siparişleri derken de gün biter, belki şansımıza hemen denizin üstünden ay yükselirdi. sonra da eve dönerdik artık hangi evse, pastaya inanmıyoruz, belki annem balık yapardı. dışarda içmemiş gibi davranır, eve gelirken biraz daha alırdık. sonra pes mi oynardık yoksa sen şimdi yatağımın altında olan gitarını mı çalardın bilemem. gümüş detayları olan bir yamaha gitar, gümüş detayları olan bir yamaha motor.

2024'ün on temmuzunda şu an yalnız başımayım; oda kalabalık ve insanların uğultuları bitmiyor ama onlardan epey uzaktayım. az önce hafiften bir yağmur yağdı, on iki senedir buradayım, pencere kenarındaki ahşap masada. pek dışarıya bakmıyorum, işlerin yoğunluğu azalmıyor ama bazen kendime boşluklar yaratabiliyorum. günler aynı geçiyor, işten eve döndüğümde babaaaamm diye bana koşan oğluma sıkı sıkı sarılıyorum. 37 yaşımı pek hatırlamıyorum, geçen seneyi de öyle. 

en sevdiğimiz şarkılardan biri olan these are the days of our lives'ı açıyor ve gitar solosunda o eski günleri hatırlıyorum. 

iyi ki doğdun çagi. yaşamanın başka bir yorumunda yola devam ettiğini biliyorum. bunu bilmesem ikimizi de kaybederdim.




2 Temmuz 2024 Salı

diari d'italia

gevrek bir telli çalgıdan yayılan hareketli italyan ezgisiyle yazıya başlamak ve gitmemişleri, götürmüş de geri getirmiş gibi hissettirmek isterdim ama bunu haddinden fazla yapan var; kontrastı kudurtulmuş görseller, uçuşan yazılar, drone çekimleri, şov haber kameramanına rahmet okutan açılar derken sıra dışı olma çabası sıradanlığın kadim kuyularında çoktan kayboldu. 

önceden pisa kulesini tutmaya çalışır gibi fotoğraf çektiren ve herkes ne yapıyorsa aynısını yapan insanlardan hoşlanmazdım, sonra bu klişeler gezegeninin şaşmaz kullarının belki de en doğrusunu yaptığını, herkesin gittiği yolun en güvenli olduğunu, her şeyden uzaklaşmanın uzun vadede sarp uçurumlara çıktığını fark ettim. uçurumun kenarına geldim, aşağı baktım, kendimi boşluğa bıraksam belki kanatlanacaktım ama çarpmaktan korktum ve geri döndüm. yerçekimi genelde kazanır ve pazarlık sevmez, tanrı da zar atmıyordu en son ama geldiğimiz durum noktada.

geldiğimiz durum nedir abi?

5.5 derecelik eğik kuleyi bir şekilde sırtına, kucağına, kasığına almaya çalışan binlerce insanla pisa meydanındaydık; insanlar bunu bir ibadete çevirmişti. komorlar'dan, namibya'dan, yeşilburun adaları'ndan ve henüz bağımsızlıklarını kazanmadıkları için kendilerine bayrak diktiremeyen talihsiz yörelerden bile bu iş için gelmişlerdi. muhteşem görünüyorlardı. pisa meydanının o sırada dünya'dan kopup uzay boşluğunda sürüklenmesini istedim. bir süre çok mutlu olurduk, dondurma ve sandviç yer, birre içerdik. gevrek telli çalgıdan mamma mia'lı bir şeyler çalanlar olurdu, stoklar tükenene kadar anın tadını çıkarırdık. sonra su ve yiyecek savaşları başlar, komorlar'lı çeteler gaspa çıkardı. insan bir şekilde hayatta kalmanın yolunu ne pahasına olursa olsun bulurdu. bizi kimse öldüremezdi, bir ölür bin dirilirdik.

italya günlüklerine son gün gittiğim pisa'yla başlayarak kurguda bir güzellik yapmaya çalışmıyorum, kurgu masasını epey boşladığımdan ne neredeydi onu hatırlamaya çalışıyorum. yazmanın yüzde doksanı yazma çabası ve sürekliliğidir, hemingway bunun yüzde doksan beş olduğunu iddia etse de peşi sıra yuvarladığı kokteyllerin tesiri altında olabilir. 

hiçbir şeyden emin değilim, net yargılarım yok, kimseye don biçmiyorum ama yine de zevkine hayvan avladığı için hemingway'i artık pek sevmiyorum. o da bana bayılmıyor. bunu düşünmeliydi, bu aslanı da vuruyorum ama bu doğru mudur, eti budu için mi yoksa sadece öldürme arzumu tatmin için mi, neyin peşindesin erny, bir aslanın hayaleti ruhumu huzura mı kavuşturacak diye söylenmeliydi. belki de söylenmiş ve bir gece o tüfeğin tetiğini kendisi için çekmişti. yazmanın beni büyülü olduğuna inandıran tesadüf şu oldu ki, ernest tetiği 2 temmuz 1961'de çekmiş. tam 63 sene önce bugün. oysa bu yazıda ondan bahsedeceğimi bile bilmiyordum, sadece parmaklarım italya'dan kalan imgeleri yazıya çevirmeye çalışıyordu. şimdi ernest, küba'da bir barın en ucunda oturuyor, önünde iki kadeh var, birisini bana doğru kaydırdı. bardağı tuttum, içki biraz sallandı, çalkalandı ve aromaları birbirine karıştı. bana bakmadan konuşmaya başladı, odaklan dedi, ilk güne geri dön. 

ilk gün: venedik. 

uçağın tekerlekleri marco polo havaalanı'nın pistine değene kadar sonunda bunu başardığıma inanmıyordum, sanki tüm dünya bunu daha önce yapmıştı ve geriye bir tek ben kalmış gibiydim. genelde böyle hissederim; herkes okulu bitirdi bir ben kaldım yaz okuluna, herkes işini düzenini kurdu bir ben kaldım daha ne olmak istediğine karar veremeyen, herkes atını tımarladı hanın kapısına bağladı  ben daha at taksitine bile giremedim... bu sanırım çok eskilerden kalma bir defo ya da davranış bozukluğu fakat deşmek ve kazı alanını genişlettikten sonra ortaya çıkan heyulayla uğraşmak istemiyorum. o yüzden psikolojik destek almam gereken zamanlarda bile bunu yapmak yerine etrafından dolaştım. yine bu yaşa iyi geldim, hiçbir gece kafama tüfek dayamadım, iki hap üst üste içmedim, canıma kast etmedim. aferin bana. evren beni yeşil pasaportla ödüllendirdi, git artık gez dolaş dedi. çok uzun yıllar önce, ofisten çıkıp eve yürürken fransız aksanlı bir herif demişti "gezcek sen memleket memleket" diye. sürekli geçmişe gidip gelmek yerine anda kalmanın yollarını mı arasam ne yapsam bilemedim ama aklımda yer etmiş, dur hatta linkini bulmaya çalışayım. sanırım yaptım. 2010'un üzerinden ne çok şeyler geçmiş, marco polo havaalanı'nda oğlumun elini tutuyordum. minik kralım sekiz yaşındayken başlamıştı dünya'yı görmeye. kırmızı adidas'larıyla sürekli koşuyordu, mutlu bir atom gibiydi.

napolitan şoförümüz cennetmekan ernesto karşıladı bizi, bak yine hoş bir tesadüf aynı isim etrafında dolaşan. otobüste nirvana çalıyordu ve venedik'e doğru gidiyorduk. venedik'le ilgili bildiklerim pek dişe dokunur şeyler değildi, mimari proje 4'te tarihi bir yapının önünde bir kültür merkezi çizerken, proje hocam st. marco meydanından esinle birkaç eskiz çizmiş ve o zaman bahsetmişti ama bu yirmi sene önceydi. st. marco'ya ayak basmam biraz zaman aldı. hava gri ve nemliydi, yeni zelanda'nın en zengin adamının 100 metrelik süperyatı ulysses, tarihi binaların önüne demirlemiş ve hidrolik verandasını açmıştı. bana 10, bilemedin 15 metrelik bir tekne yeter; bunu bile muhtemelen alamayacağım ama sorun değil. almış gibi yaparım. hayal etmekle başlayıp yine öyle bitebilir, her şeyi tek hayata sığdırmaya çalışınca tüfekle kafana sıkabiliyorsun. o yüzden paniğe kapılmak yerine venedik'in sokaklarında kaybolmayı tercih ettim. asırlık yağmurlarla yıkanmış cepheler nasıl da güzel eskimişti, ufak tefek meydanlara açılan dar sokaklardan geçtim, birden karşıma çıkan çan kulelerini çok sevdim. en az ilgimi çeken gondollar ve gondola çökmüş turistler oldu. büyükada'da faytona binenleri de sevmezdim zaten. yağmacı tipler gibi gelirlerdi. gondolun ucunda, gondolcunun ağırlığını dengelesin diye demirden bir dükalık şapkası vardı ki aynısını bir hafta sonra eskişehir'in porsuk çayı'nda görünce, yılmaz büyükerşen'in kasketini yapsaydınız bari diye kıkırdadım. yoldayken keyfim yerindeydi, klişe gezegeninden gönderilen elçiler yine çılgınlar gibi aynı fotoğrafları çekinmekten imtina etmiyorlardı ama hiç önemli değildi. yere uzandım, gondolu bekledim. köşede hard rock cafe vardı, zaman kalsa girecektik ama kalmadı. turla gidince sürekli bir yetişme ve yetiştirme telaşı.

kaotik mimarisiyle göz dolduran, rönesansı paralel evrende kendi içine çökerten gebze öğretmenevi'nde başladığım gün venedik'te sona erdi. tüm turu tek yazıya sığdırmaya çalışmak ise hemingway'in "tamam bugünlük bu kadar yeter, daha aslan vurmaya gideceğiz" demesiyle başarısızlığa uğradı. sinirlendiğimi görünce güldü, şaka yapmıştı ki zaten küba'da aslan yoktu.