2 Temmuz 2024 Salı

diari d'italia

gevrek bir telli çalgıdan yayılan hareketli italyan ezgisiyle yazıya başlamak ve gitmemişleri, götürmüş de geri getirmiş gibi hissettirmek isterdim ama bunu haddinden fazla yapan var; kontrastı kudurtulmuş görseller, uçuşan yazılar, drone çekimleri, şov haber kameramanına rahmet okutan açılar derken sıra dışı olma çabası sıradanlığın kadim kuyularında çoktan kayboldu. 

önceden pisa kulesini tutmaya çalışır gibi fotoğraf çektiren ve herkes ne yapıyorsa aynısını yapan insanlardan hoşlanmazdım, sonra bu klişeler gezegeninin şaşmaz kullarının belki de en doğrusunu yaptığını, herkesin gittiği yolun en güvenli olduğunu, her şeyden uzaklaşmanın uzun vadede sarp uçurumlara çıktığını fark ettim. uçurumun kenarına geldim, aşağı baktım, kendimi boşluğa bıraksam belki kanatlanacaktım ama çarpmaktan korktum ve geri döndüm. yerçekimi genelde kazanır ve pazarlık sevmez, tanrı da zar atmıyordu en son ama geldiğimiz durum noktada.

geldiğimiz durum nedir abi?

5.5 derecelik eğik kuleyi bir şekilde sırtına, kucağına, kasığına almaya çalışan binlerce insanla pisa meydanındaydık; insanlar bunu bir ibadete çevirmişti. komorlar'dan, namibya'dan, yeşilburun adaları'ndan ve henüz bağımsızlıklarını kazanmadıkları için kendilerine bayrak diktiremeyen talihsiz yörelerden bile bu iş için gelmişlerdi. muhteşem görünüyorlardı. pisa meydanının o sırada dünya'dan kopup uzay boşluğunda sürüklenmesini istedim. bir süre çok mutlu olurduk, dondurma ve sandviç yer, birre içerdik. gevrek telli çalgıdan mamma mia'lı bir şeyler çalanlar olurdu, stoklar tükenene kadar anın tadını çıkarırdık. sonra su ve yiyecek savaşları başlar, komorlar'lı çeteler gaspa çıkardı. insan bir şekilde hayatta kalmanın yolunu ne pahasına olursa olsun bulurdu. bizi kimse öldüremezdi, bir ölür bin dirilirdik.

italya günlüklerine son gün gittiğim pisa'yla başlayarak kurguda bir güzellik yapmaya çalışmıyorum, kurgu masasını epey boşladığımdan ne neredeydi onu hatırlamaya çalışıyorum. yazmanın yüzde doksanı yazma çabası ve sürekliliğidir, hemingway bunun yüzde doksan beş olduğunu iddia etse de peşi sıra yuvarladığı kokteyllerin tesiri altında olabilir. 

hiçbir şeyden emin değilim, net yargılarım yok, kimseye don biçmiyorum ama yine de zevkine hayvan avladığı için hemingway'i artık pek sevmiyorum. o da bana bayılmıyor. bunu düşünmeliydi, bu aslanı da vuruyorum ama bu doğru mudur, eti budu için mi yoksa sadece öldürme arzumu tatmin için mi, neyin peşindesin erny, bir aslanın hayaleti ruhumu huzura mı kavuşturacak diye söylenmeliydi. belki de söylenmiş ve bir gece o tüfeğin tetiğini kendisi için çekmişti. yazmanın beni büyülü olduğuna inandıran tesadüf şu oldu ki, ernest tetiği 2 temmuz 1961'de çekmiş. tam 63 sene önce bugün. oysa bu yazıda ondan bahsedeceğimi bile bilmiyordum, sadece parmaklarım italya'dan kalan imgeleri yazıya çevirmeye çalışıyordu. şimdi ernest, küba'da bir barın en ucunda oturuyor, önünde iki kadeh var, birisini bana doğru kaydırdı. bardağı tuttum, içki biraz sallandı, çalkalandı ve aromaları birbirine karıştı. bana bakmadan konuşmaya başladı, odaklan dedi, ilk güne geri dön. 

ilk gün: venedik. 

uçağın tekerlekleri marco polo havaalanı'nın pistine değene kadar sonunda bunu başardığıma inanmıyordum, sanki tüm dünya bunu daha önce yapmıştı ve geriye bir tek ben kalmış gibiydim. genelde böyle hissederim; herkes okulu bitirdi bir ben kaldım yaz okuluna, herkes işini düzenini kurdu bir ben kaldım daha ne olmak istediğine karar veremeyen, herkes atını tımarladı hanın kapısına bağladı  ben daha at taksitine bile giremedim... bu sanırım çok eskilerden kalma bir defo ya da davranış bozukluğu fakat deşmek ve kazı alanını genişlettikten sonra ortaya çıkan heyulayla uğraşmak istemiyorum. o yüzden psikolojik destek almam gereken zamanlarda bile bunu yapmak yerine etrafından dolaştım. yine bu yaşa iyi geldim, hiçbir gece kafama tüfek dayamadım, iki hap üst üste içmedim, canıma kast etmedim. aferin bana. evren beni yeşil pasaportla ödüllendirdi, git artık gez dolaş dedi. çok uzun yıllar önce, ofisten çıkıp eve yürürken fransız aksanlı bir herif demişti "gezcek sen memleket memleket" diye. sürekli geçmişe gidip gelmek yerine anda kalmanın yollarını mı arasam ne yapsam bilemedim ama aklımda yer etmiş, dur hatta linkini bulmaya çalışayım. sanırım yaptım. 2010'un üzerinden ne çok şeyler geçmiş, marco polo havaalanı'nda oğlumun elini tutuyordum. minik kralım sekiz yaşındayken başlamıştı dünya'yı görmeye. kırmızı adidas'larıyla sürekli koşuyordu, mutlu bir atom gibiydi.

napolitan şoförümüz cennetmekan ernesto karşıladı bizi, bak yine hoş bir tesadüf aynı isim etrafında dolaşan. otobüste nirvana çalıyordu ve venedik'e doğru gidiyorduk. venedik'le ilgili bildiklerim pek dişe dokunur şeyler değildi, mimari proje 4'te tarihi bir yapının önünde bir kültür merkezi çizerken, proje hocam st. marco meydanından esinle birkaç eskiz çizmiş ve o zaman bahsetmişti ama bu yirmi sene önceydi. st. marco'ya ayak basmam biraz zaman aldı. hava gri ve nemliydi, yeni zelanda'nın en zengin adamının 100 metrelik süperyatı ulysses, tarihi binaların önüne demirlemiş ve hidrolik verandasını açmıştı. bana 10, bilemedin 15 metrelik bir tekne yeter; bunu bile muhtemelen alamayacağım ama sorun değil. almış gibi yaparım. hayal etmekle başlayıp yine öyle bitebilir, her şeyi tek hayata sığdırmaya çalışınca tüfekle kafana sıkabiliyorsun. o yüzden paniğe kapılmak yerine venedik'in sokaklarında kaybolmayı tercih ettim. asırlık yağmurlarla yıkanmış cepheler nasıl da güzel eskimişti, ufak tefek meydanlara açılan dar sokaklardan geçtim, birden karşıma çıkan çan kulelerini çok sevdim. en az ilgimi çeken gondollar ve gondola çökmüş turistler oldu. büyükada'da faytona binenleri de sevmezdim zaten. yağmacı tipler gibi gelirlerdi. gondolun ucunda, gondolcunun ağırlığını dengelesin diye demirden bir dükalık şapkası vardı ki aynısını bir hafta sonra eskişehir'in porsuk çayı'nda görünce, yılmaz büyükerşen'in kasketini yapsaydınız bari diye kıkırdadım. yoldayken keyfim yerindeydi, klişe gezegeninden gönderilen elçiler yine çılgınlar gibi aynı fotoğrafları çekinmekten imtina etmiyorlardı ama hiç önemli değildi. yere uzandım, gondolu bekledim. köşede hard rock cafe vardı, zaman kalsa girecektik ama kalmadı. turla gidince sürekli bir yetişme ve yetiştirme telaşı.

kaotik mimarisiyle göz dolduran, rönesansı paralel evrende kendi içine çökerten gebze öğretmenevi'nde başladığım gün venedik'te sona erdi. tüm turu tek yazıya sığdırmaya çalışmak ise hemingway'in "tamam bugünlük bu kadar yeter, daha aslan vurmaya gideceğiz" demesiyle başarısızlığa uğradı. sinirlendiğimi görünce güldü, şaka yapmıştı ki zaten küba'da aslan yoktu. 





Hiç yorum yok: