16 Ekim 2024 Çarşamba

pandomimciler

kulaklığın ikisini takıp müziği de kökleyince, odadaki herkes pandomimcilere döndü: 

"your lips move but i can't hear what you're saying"

kolları hararetle hareket ediyor, bazen aniden delirmiş gibi gülümsüyorlar, gözlerinde o deliliğe ait parıltıyı görüyorum ama david gilmour beni bırakmamak için fender'inin teline daha da asılıyor. müzik, içimde yeşeriyor, birkaç sene önce görmeye gittiğimde 1728 yaşında olan aslan ardıç gibi görkemli bir ağaca dönüşüyor. avucumu ağacın gövdesini dayamıştım, o zamandan beri belki de ölümsüzüm ya da ağaç ölmeye başladı bilemiyorum. pandomimcilerin bazılarının kollarında bilezikler var, ganimet yarıştırıyorlar, maaşlarının bir kısmıyla altın bilezik alıp kılıç gibi şakırdatıyorlar. belki de bunların savaşı da budur, cepheler her zaman çeşitlenir ve bitmez. bir şeyleri karara bağlamak istiyorlar ama imkansız, en az anlaşan insanlar aynı dili konuşanlardan çıkar. 

italya'da bir mola yerinde yaşlı bir adamla aynı kuyruktaydık ama kuyruk çizgisel değildi, sanki tanrısal bir değnekle parçalanmış gibiydi. adam bilmediğim bir dilde konuşarak bana yer vermeye çalıştı, ben de onun bilmediği bir dilde sıranın kendisinde olduğunu anlattım ve birbirimizi hece hece anladık. çünkü her şey anlama çabasında saklıydı ve bu çaba, zaman, mekan, dil ve yaş farkı tanımazdı. adamın yüzünü hatırlamıyorum ama tek kelimesini anlamadığım bir konuşmanın nasıl da işleri çözdüğüne şaşırmıştım. 

"bu dünyada sihir diye bir şey varsa bu, birini anlamak, bir şeyi paylaşmak çabası olmalı."

izlediklerim, okuduklarım ve dinlediklerim; sahilde taşlarla oynayan çocuğun elinde dolanıp duruyor. eternity and a day'den before sunrise'e, içimde bir yerde kapanmayan sinema salonu var. koltukları vişne çürüğü renginde, kolçakları ahşap ama çok rahat. görüntü bazen titriyor, makinist kafasına göre kesip biçiyor ve alexandros gibi mırıldanıp duruyorum "ve hayat narindir..." diye.

pandomimciler odada dolanmaya devam ediyor, bileziklerine rağmen mutsuz olanlar var. yeni dişleri henüz takılmadığı için avurtları çökmüş ve otuz yıl birden yaşlanmış haritacı iki koluyla adeta bilmediğim bir yörenin oyununu oynuyor. sandalyesinden kalkıyor, bir şeyleri kanıtlamaya çalışıyor, sakinleşince oturuyor. poposuyla oturak arasında manyetik bir alan var sanki, adamcağız bir türlü layıkıyla oturamadan derdini anlatmak için tekrar zıplıyor.

derdini duymuyorum, müzik "one of us" ile devam ediyor. aziz dostum willy ile üniversitenin ilk yıllarında fazlasıyla dinlediğimden müteakip yıllarda pek tercih etmediğim bir şarkıydı, tekrar karşılaşmak yağmurlu bir siena öğleden sonrasını buldu. yağmur artacak gibiydi, dar sokaklarda altına sığınacağım bir saçak yoktu. kadınlar ve çocuklar otobüste kalmıştı, ben ise ufacık bir dükkana şemsiye almak için girdim. radyo açıktı, gözlerinin içi gülen yaşlı bir kadın vardı tezgahta ve eski dükkanın taş duvarlarında "what if god was one of us" yankılanıyordu.

tanrı yüksek ihtimalle o kadındı. huzuru siena'nın taş ve tuğla sokaklarında bulmuş, sadece yağmurda ortaya çıkarak uygun fiyatlı şemsiye satmaya başlamıştı. şemsiyeyi alıp palio meydanı'na doğru devam ettim, zamanı durdurmayı başarmışlardı. başka bir hayatta da gelip gelmediğimi, geldiysem şarabı nerede içtiğimi merak ederken yağmur şiddetlendi. her mahallenin kendine ait bir sembolü ve kadim bir rekabeti vardı, geri dönerken kaybolacağıma emindim ama tolkien'in dizelerini hatırladım:

"all that is gold does not glitter, 
not all those who wander are lost"

şu an pencere kenarındaki ahşap masamda, çapası paslanmış eski bir gemi gibi demirlemiş duruyorum. pandomimcilerde vardiya değişikliği oldu, yenileri geldi. birisi bir kutu lokum getirmiş, hepsi yanaklarını doldura doldura yedi. lokum dişlerine damaklarına yapışacak ve aşırı şeker onları kısa süreliğine mutlu edecek. tüm masalar evrak dolu, bazıları önemli olsa gerek fosforlu kalemlerle altları çizilmiş. masada isimlerimizin ve unvanlarımızın yazılı olduğu komik aksesuarlar, mezar taşımız gibi dikiliyor ama henüz ölmedik. 

belki de öldük ve burası diğer taraftır. oğlumun, yere temas etmeden servisten direk üzerime atladığı her akşam benim cennetim zaten. eğer o gün okulda güzel bir gol atmışsa hemen onu anlatır, ben de bana anlattığı minik öyküleri yetiştirir ve masala çeviririm. uykuya dalarken bir bakmış ki, okulda attığı öylesine bir gol ona andromeda ile samanyolu galaksileri arasında düzenlenen turnuvada kupayı getiren gol olmuş. yerçekimsiz stadyumda, dev bir meteorun üstünde samanyolu galaksisinin sol ayaklı forveti kerem son golü atarak formasını çıkarıyor ve on uzay gemisiyle gelmiş arkadaşlarına doğru koşuyor. gravite kramponları sayesinde sahaya tutunması çok kolay. uykuya dalarken o hafif çekik moğol gözlerinde tüm evreni görüyorum karanlığın ortasında bile. 

veli toplantısında, hayal gücünün çok güçlü olduğunu ve hikayeleri diğerlerinden çok farklı bitirdiğini söylemişler. guburuk diye kabarıp evin içinde şöyle bir dolandım, jules verne'nin desteği de yadsınamaz tabii ama ben de elimden geleni yapıyorum. 

ben olymposlu kaptan eudemos'um, gemim ile zamanda yolculuk yapabiliyorum. güneşten kopan manyetik fırtınalar gemimin balmumu ile cilalanmış yelkenlerini doldurabiliyor ve mürettebatımla serüvenden serüvene sürükleniyorum. her serüvenden sonra olympos'a dönüyor, kalenin altındaki mağaraya yüzüyor ve tek kişilik sahilinde uzandıktan sonra kuantum dolanıklıklarını çözüyorum. 

tüm bunlar, lacivert gövdeli teknesiyle cebelitarık'tan atlantik okyanusuna geçerken kıyıyı seyreden yaşlı kurdun aklından geçenler. sakalında tuzdan yollar, gözünün kenarında derin vadiler ve ön dişlerinin arasındaki ayrıktan geçen güneşin dilinde bıraktığı izler. 

kimse nerede olduğumdan emin değil; kerem servisin camından bakıp yolun kenarında onu beklediğimi görüyor, willy çimlerde uzanıp bira içerken walkman'den "one of us" dinlediğimizi zannediyor, çağlar viraja girerken motorun arkasında olduğumu ve düşmemek için ona sıkı sarıldığımı hissediyor, annem ona yeni aldığım tencere setinde harika yemekler yapmış ve beni çağırıyor yemek hazır diye, babam ise 1991 yılında onunla bir adana demirspor maçında, tribünde olduğumuzu fakat takımın berbat oynadığını düşünüyor. 

ben ise bir pandomim salonundayım, herkesin kolları bacakları oynuyor, bilezikler şakırdıyor ve sıcak bir ekim güneşi sağ yanımdan yüzüme çarpıyor.