işe yine geç kalacaktım, saat 08:26'yı gösteriyordu ve evden henüz çıkmıştım. her gün yaylana sallana yürüyor ve kredi kartı büyüklüğündeki personel kartını, girişteki dijital ekrana hep birkaç dakika geç basıyordum. kartı basarken fotoğrafımı da çekmeye çalışıyordu dijital bekçi ama kadrajına girmiyordum. sadece uzak bir köşeden kolumu uzatıyordum. ben bir hayalettim belki de, kimse benim kart basarken çekilmiş tek bir fotoğrafımı bilmiyordu...
bugünkü blog yazım başka bir güne gitmeden, geçmişten gelen zaman ayarlı mızraklara yakalanmadan ve gelecekten tek kelime bile bahsetmeden sadece dünü anlatacak.
saat 08:26'yı gösteriyordu, ev ile iş arası yürüyerek en fazla beş dakikaydı. ekimin sonuna yaklaşırken ortalıkta yine bulut namına tek beyazlık yoktu. nem azaldığından görüntüler netleşmişti sadece, gelidonya adalarını onlara bakmadan bile görebiliyordum. tarım kredi'nin önünden geçerken, reyona haddinden fazla yığılan soğanlar teker teker dökülmeye başladı. ilk soğanın özgürlüğe kavuştuğunu sanan diğer soğanlar arkadaşlarının peşinden tereddüt etmeden atlıyordu. reyondan kaldırıma, kaldırımdan yola inip mutlu atomlar gibi sağa sola saçılan soğanları ise marketteki hemen her işe koşan çocuk toplamaya çalışıyordu. parmakları sanki kırılmış gibiydi, eklem rahatsızlığı vardı ama tıbbiyeli olmadığımdan teşhis koyamadım. doktorların işini doktorlara bırakmak lazım ben sadece yola dökülen soğanları topladım. soğanların üzerinden atlayıp gitmek olmazdı. yola düşen özgürlük savaşçılarını tekrar reyona koydum. sabah patates-soğan dizen, öğlene doğru kasaya geçen, akşam üstü de içerdeki rafları tekrar dolduran çocuğa kolay gelsin dedim. sağol abi dedi. artık abiyim, arkadaşlarımın çocukları amca bile diyor. hayat acı tebessümler bırakıyor bazen, abi ve amca he mi? olur tabii, sakıncası yok.
makam şoföründen beş avokado alıp yüz elli kağıt verecekmişim, bana gelen talimat bu yöndeydi. ek iş olarak ya avokado satıyor ya da resmi araba sürüyor, insanların ne iş yaptığını çok da merak etmem. giriş kapısında onu gördüm, para hazır malı göreyim dedim. iki uyuşturucu taciri gibi gizli gizli konuştuk. mal bagajda dedi, ona yüz elli kağıt verdim. parayı hazırlamıştım, bir ara para çekmeye de gitmeliyim diye düşündüm. her şeyi kartla ödediğim için cüzdanımdaki paralar küflenmeye başlamıştı. sadece okeyde yenildiğim zaman kahveciye nakit ödüyordum ve iki haftadır bileğimiz bükülmüyordu. bir daha kazanamayacağımı düşünenleri yanıltmak hoşuma gidiyordu. yüz elli kağıda altı avokado verdi, bir tanesi de ikrammış. avokadolar iriydi ama daha olgunlaşmamıştı. karanlık bir yerde elmanın yanına koy dedi. karanlık vardı ama elma yoktu, elmayı dönerken marketten alırım artık dedim. avokadolarla masama geldim, çekmeceye koydum. öğlen eve giderken götürecektim. gitmişken bir de napoliten soslu makarna yapardım. geçtiğimiz haftalarda bu makarna boşa gitmez deyip yanına bir kadeh şarap koyduğum için italya'dan getirdiğim şaraplar bitmişti. toscana bölgesinden elimde bir şey kalmamıştı.
öğlene kadar yine abuk subuk işler peşinde koştum, yerden soğan toplamak bütün bu işlerden daha faydalıydı. artık proje, inşaat, müteahhit görmek istemiyordum. taa burama kadar gelmiş, taa buramın yukarısına da taşmıştı. beş evi olan on ev istiyordu, herkes birbirini şikayet ediyordu, bahçe duvarı yüzünden kardeşinin boğazına çökenler, babasının ölmesini bekleyenler derken artık zıvanadan çıkmıştı bir çok şey. biraz daha dayan bandini dedim, sabret çocuğum. hikayeciklerimi satın alacak birkaç insan vardı belki ama hayat gerçekten pahalıydı, şimdi değil dedim.
üç adet karslı beden öğretmeni, bir adet amasyalı makine mühendisi ve bendenizden mütevellit "mekkeli müşrikler" grubu, öğleden sonra iki ağacın altında bira mı içsek diye bir önergeyle geldi. haftanın ancak üç günü okula giden bedencilerin salı çarşambası boşmuş, makina mühendisi de ben fabrikadan kaçarım sonra dönerim dedi. ben ise hastaneye gideceğim için belki dönüşte diye açık kapı bıraktım. kuduz karabaşlar rahat durmuyordu, birbirlerini tetikliyorlardı. karslı bedenciler zihnimin bana oynadığı bir oyun gibiydi ama birkaç yerden teyit ettirip bunların gerçekten de var olduğuna emin olmuştum. yetmezmiş gibi aynı grupla, her cuma gecesi limandaki çay bahçesinde hesabına ve birasına okey oynuyorduk. cuma geceleri okey oynayacağımı ve sonra deniz gören bir terasta ganimet birası içeceğimi düşünmezdim ama hayat işte, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlermiş. john lennon öyle söylemişse doğrudur.
öğleden sonra işten birkaç saatliğine izin alıp hastaneye gittik, daha önce motorla defalarca geçtiğim manzaralı bir yoldu. her koyda denize giren insanlar vardı, belli ki su hala sıcak ve taşlar kumpir kıvamındaydı. bebekler bile suyun içindeydi. mavi göğün altında bir sürü insan, kimi denizde, kimi yolda, kimi acilde, kimi yoğun bakımda, kimi daha sabah gömülmüş, kimi anasının karnında yarın doğacak. yazılmayı bekleyen bir sürü hikaye, temize çekmeye bile tek ömür yetmez.
hastanede işimiz bitti, öğleden sonraydı, açıkta bir yelkenli aheste ilerliyordu. bir yere varmak umrunda değildi sanki, güneşin altında parlıyordu. belki dalıştan geliyorlardı, henüz kimsenin bilmediği bir batık keşfetmişler ve gün boyu yorulduktan sonra deniz suyuyla marine edilmiş napoliten soslu makarna yiyorlardı. onların toscana'dan aldıkları şaraplar bitmemişti.
yol kenarındaki iki ağacın altında ise üç kişi vardı, kamp sandalyelerini atmış ve sırtlarını güneşe dönmüşlerdi. güneşli pazartesiler filminin düşük bütçeyle yeniden çekilmiş hali gibilerdi. arabayı sağa çektim, pencereden hurdacı gibi son sesimle bağırdım "alırım dedim mi alırım, hurdacııııı" diye. ikişer bira devirmişlerdi, karabaşlar güneşleniyordu. gel beraber olsun dediler, işe dönmem gerekiyordu. o zaman akşam okey diye bir kanun teklifiyle daha geldiler. karslı tacirler bu işte gerçekten iyiler. onlara okeye geleceğimi söyleyip yola devam ettim.
birkaç saat sonra, birbirine yanaşmış yelkenlileri gören bir masada sayıların ve renklerin büyülü dünyasına girmiştim. 1'den 13'e kadar sayılar, dilimlenmiş ve her parseline kürdan saplanmış tost, şişe ayran, tatlı tatlı esen ekim rüzgarları derken bir gün daha bitmeye yaklaşmıştı. soğan toplayarak başladığım 22 ekim 2024, taş toplayarak finali yaptı. yine kazandık, cüzdandaki nakit biraz daha küflenmeye devam etti.
mekkeli müşrikler bir günü daha devirip evlere dağıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder