19 Şubat 2025 Çarşamba

asla yalnız yürümeyeceksin

bölgenin en zengin müteahhidi, elinde tabletiyle yeni yapacağı projeyi gösteriyor ve bazı sorular soruyordu. proje fena değildi, zengin sahiplerini bir an önce kucaklamak istiyordu. iştahı yerindeydi, aç bir kurt gibi ağzını denize doğru açmıştı, hiçbir daire bir diğerinin manzarasını kapatmayacaktı fakat canım, müteahhidi daha fazla dinlemek istemediğinden, önemli bir görüşmem var deyip ortamı terk ettim. asla yetmiyordu insanlara kazandıkları para, sattıkları daire, yeniledikleri araba. yüzleri bir mum gibi eriyordu iş peşinde koşmaktan, gözleri kanlanıyordu geceleri düşünmekten.

iş yerinden erken çıktım, önce eve uğramam ve üzerime rahat bir şeyler almam gerekiyordu. sonra da kerem'in okuluna gidecektim. velilerin de olacağı spor şenliği mi ne varmış ve benim küçük cengizhan alyuvarım, liverpool formasıyla sabah giderken "baba mutlaka geliyorsun" demişti. yüce tanrım ve kurucu babalar, müreffeh amerikan ailesi gibi olmuştuk ve caşua'nın o çok önemli maçına gitmezsem beni affetmeyecekti. hayatı boyunca travmasını yaşayacak ve her fırsatta, beni neden yüz üstü bıraktın baba diye buhranlara sürüklenecekti. bir kuşakta neler değişiyor, yılda bir kez olan veli toplantısına sadece annem gelir ve öğretmenlerimin övgü dolu sözlerini akşam bir kez daha tekrar ederdi. babam gururlanırdı ve güzel bir geleceğin ümidiyle yemeğe otururduk. uslu ve çalışkan bir öğrenciydim, minik ellerimle bazen dua bile ederdim. çok şey istemezdim, tanrı da böyle küçük hesaplara dikkat etmezdi. ondan sadece bir kere, tüm kalbimle bir şey istedim fakat kabul etmedi. belki yerinde değildi, belki de önemli bir görüşmem var deyip o gün erkenden çıkmıştı. o da oğlunun okuluna, velilerin de katılacağı bir spor şenliğine gitmişti.

hafif esneyen ama bir yoga taytı gibi de hatlarımı ortaya çıkarmayan trekking pantolonu ve tişörtün üzerine 2008 yılında, bir cuma akşamı istiklal caddesi'nde gördüğüm ve görür görmez vurulduğum liverpool ceketini aldım. ehliyetim olmamasına rağmen ehliyeti kaptıracak kadar içtiğim bir geceydi, adidas mağazasının vitrinindeki kırmızı cekete büyülenmiş gibi bakmış ve ekonomik durumum can çekişmesine rağmen gözümü karartıp almıştım. i love liverpool yazıyordu göğüs kısmında ve kalp işareti adidas'ın klasik üç yaprak logosuydu. o zamanlar liverpool ile kafayı bozmuştum, hayata tutunmamı sağlıyordu steven gerrard ve you'll never walk alone. henüz 28 yaşında bir kaptandı, tek isteği liverpool ile şampiyon olmaktı fakat tanrı, onun bu isteğini de yerine getirmedi. şampiyonluk maçında ayağı kaydı, demba ba topu kaptı ve liverpool o gün şampiyonluğu kaybetti. 

artık hazırdım, okulun spor salonuna gidip veli şenliğinde diğer velileri pataklayabilirdim. geçen yaz futbola veda etmiş ve görkemli bir jübile yapmıştım ama bazı özel günler için yeniden dirilebilirdim. kırk yaş üstü futbol turnuvasında, sol ayağımın dışıyla frikikten gol attığım maçın ikinci yarısında baldırımdaki kas atmış ve resmen patlama sesi duyduktan sonra da vurulmuş bir at gibi devrilmiştim sahaya. bir hafta koltuk değneğiyle ancak hareket edebilmiş ve halı sahalara tövbe etmiştim. solağın tövbesi meşin yuvarlağı görene kadar der eskiler ama eskileri dinlemiyorum artık. 

okula vardım, minik suratlımı beni beklerken buldum. herkesin babası gelmişti, ben gelmesem gerçekten olmazmış, caşua'yı teselli edemezmişim. beden öğretmeni, tanrı tüm bedencileri ve ekmek teknesi olan bedenlerini korusun, oyunun kurallarını anlatırken bir istiklal akşamında macerası başlayan liverpool ceketimi düşündüm. üç taksitle almış ve ertesi sabah uyanınca onu gördüğüme sevinirken taksitleri nasıl ödeyeceğimi düşünmüştüm. o zamanlar az düşünür, daha fazla eyleme girişirdim. şimdi daha az düşünüyor, düşündüğümden de az harekete geçiyorum. zaman hükmünü yitirdi, yaşlandığımı hissediyorum. 

düdük sesiyle oyunlar başladı, basket topunu sürdükten sonra birkaç slalom yapacak ve sonra da çemberden geçirecektik. plan basitti ama diğer veliler, basketbol topuyla ilk defa karşılaşmış gibiydi. topu şamar ile terbiye edenler vardı, çocukların çığlıkları kapalı spor salonunda yankılanıyor ve ortalığı arı kovanına çeviriyordu. sıra bize geldi, düdük sesiyle fırladık, avucumla seviyordum topu. ahşap parke, güzel bir top, cam pota ve filesi olan çember... 

slalomdan çıktım ve topla birlikte yükseldim, kırmızı pelerinimle ya bir süpermendim ya da işten kaçmış bir nikah memuru. top panyadan sekti, çemberin her köşesini yaladıktan sonra sayı oldu. 3-c çılgına dönmüştü, tekrar parkurun başına dönünce kerem'in sınıf arkadaşları "oğluuum, baban smaç basıyordu" diye coştu, uzun zaman sonra duyduğum en güzel şeydi. caşua da gururlanmıştı ama beni de kimseyle paylaşmak istemiyordu. veli-öğrenci spor şenliği bizim zaferimizle bitti, çocukların enerjisi nükleerdi.

okuldan çıktıktan sonra, "baba, pideciye gidelim" dedi. gerçek bir baba-oğul-kutsal ruh günüydü ve liverpool ruhu bizimleydi. asla yalnız yürümeyecektik, o yüzden yeni arabamıza cümbür cemaat yürüdük. kutsal ruh arkaya oturdu, cam tavandan bulutları izlerken "at the end of a storm, there's a golden sky" diye mırıldandı, güneş ışıkları bulutların arasından sıyrılıp bize ulaştı. minimo artık eni konu büyümüş ve benim arkadaşım olmaya başlamıştı. ön koltukta, emniyet kemerini bağladı, dinlemek istediği müziği açtı ve akşam eve gidince de fifa atabileceğimizi söyledi. bana benziyordu, dediklerimi süzgecinden geçirip tekrar kullanıyordu. onu ellerimle yoğurmuş ve hamuruna kainat ile zamanı eklemiştim. 

banyodan sonra bir koltuğa sıkıştık; fifa'da o erken davranıp liverpool'u aldı, ben de bu küçük ölçekli halime baktım. ona 2008 yılı yıldız teknik bahar şenliği pes turnuvasında finale çıktığımı ve beni yenen adamın avrupa şampiyonu olduğunu söyledim. "baba yine iyi uydurdun" dedi.

2008'deki halim ise, yeni aldığı liverpool ceketinin yakalarını kaldırıp turnuvanın finalinde liverpool'u aldı. okulu uzatmıştı, parası azdı ama bir şekilde hallederdi.

17 Şubat 2025 Pazartesi

önce duman göründü

ivmem sıfırdı...

mesai okyanusunda sabit hızla seyir halindeydim ve bu sonsuz okyanusun tam olarak neresinde olduğunu bile bilmiyordum. gps verileri birbirini tutmuyordu, pusulam ise uzun zaman önce bozulmuştu. teknem kendi gövdemdi, o yüzden bir kenarından sarkıp derinlere bakmak zor olmadı. koltuğumdan hafifçe kaykıldım ve ahşap parkeye değil de zamanın koyu lacivertine bakarken hafif bir yanık kokusuyla kendime geldim. bir şeyler yanıyordu ve teknede yangın olabilecek en kötü senaryoydu. yanık kokusunun geldiği yeri buldum, çok ince bir duman sızıyordu. sanki bir cüce, ekranımın arkasında gizlice sigara içiyordu ve dumanı saklamayı başaramamıştı.

güneşli bir sabahtı, kış güneşi arsızca pencerelerden içeri saldırıyordu. uzak yoldan gelmiş olmasına rağmen dinçti, yorgunluk belirtisi göstermiyordu. samanyolu galaksisinin batı sarmal kolunun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşesindeydi ama bu dünya üzerinde yaşayan bir grup canlı için çok şey ifade ediyordu. 

masamda adım soyadım ve ne iş yaptığımın yazılı olduğu bir isimliğim vardı ve bu isimlik turuncu camdan bir küre ile taçlanmıştı. odak noktası kısa olan mükemmel bir küreydi ve kış güneşi bu küreden geçerken masamın üzerindeki bir noktaya odaklanıyordu. odaklandığı noktada kağıtlar vardı ve bu kağıtlar üç yüz milyon kilometre ötedeki kaynaktan gelen ışıkla tutuşmak üzereydi. dumanın sebebini öğrenmiştim. yazın binanın tepesinden geçen güneş, kışın daha yatay bir seyir izliyor ve sabahları pencereden içeri girerek bana suikast düzenlemeye çalışıyordu. mükemmel bir düzenekti, tetikçi çok uzaktaydı ve benimle kişisel husumetinin olmasına imkan yoktu. ben herkesi ısıtıyorum, herkesi besliyorum hakim bey derdi, aklanırdı. cam portakalı aldım, güneşle bir daha kavuşamayacağı bir köşeye koydum. bu buluşma için çok uzak yoldan gelen ışınlar artık portakala ulaşamayacak ve masamı yakmaya çalışamayacaktı. hikaye yarım kalmıştı...

mesai okyanusuna bir çapa attım, çapa bir balinanın sırtına takıldı ve o balina beni yedi denizlere götürdü, dünyanın ucundaki fenerin kıyısına bıraktı. içimdeki serüvenci, başımıza gelenlerden mutluydu. kırmızı gövdeli alüminyum teknem kuzey buz denizi için üretilmişti, güçlü bir gövdesi vardı ve buzdağlarının yanından geçip bir parça antik buz alırken bile bana güven verirdi. kristal bardağımla teknemden indim, hafiften çalkaladım ve deniz fenerine baktım. buzun içinde çok eski zamanlardan kalma ve ne ölü ne de diri olan bir şeyler olabilirdi. büyük bir yudum alıp dilimde beklettim, güneş ışığı kristal bardaktan geçip üzerimde ışıktan yollar çizdi fakat bu sefer duman çıkmadı. hava çok soğuktu, öfkeli bir boğa gibi dumanlar çıkarıyordum. bedenimin nerede olduğunu çok iyi biliyordum, parmaklarım klavyenin üzerinde aklımın hızına yetişmeye çalışıyor fakat bunda pek de başarılı olamıyordu. malt viskide, iskoçya'nın en soğuk günü şişelenmişti. buzun üzerinde yürüdüm, buz çatırdadı ve yeni yollar ortaya çıktı. donmuş bir devin üzerinde yürüyordum ve her adımımda damarları ortaya çıkıyordu sanki. yelken seyri için aldığım montun yakasını kaldırdım, viski bitince dönecektim. hangi yıla döneceğime ise son yudumda karar verecektim.

seyir defterimin sayfalarını karıştırdım, 2011 ve 2012 yılları detaylı işlenmişti; 2011'de izbe bir otelde kalıp deri mağazasının 3d çizimlerini yaptığım ve yavaşça delirdiğim günlere dönemezdim. 2011'i sevmiyordum, en kötü yılımdı. olacaklara engel olabilir miydim? yılın sonunu kayıpsız getirebilir miydim? yosun kokulu viski, yanağımın içini ateşe verdi. bir ejderhaydım artık ve soluğum buzullar için bir tehlikeydi. 2012'ye, henüz soğumamış küllerin üzerine de dönemezdim. yeniden takım elbise giyemez, kravat takamaz ve her şey yolundaymış gibi davranamazdım. 

her adımda ortaya çıkan yeni damarların üzerinden tekneye geri döndüm, 2025'in şubatına geri dönecektim. kış güneşi penceremden içeri girerken, ayılı tişörtüm ve sivil itaatsizliğimle haftayı bitirmeye çalışacaktım. buzul rüzgarlarıyla yelkeni ayarladım, parmak uçlarım donmak üzereydi ve gözlerimi kapattım.

seyir bittiğinde masamın başındaydım, cam portakalım güneşin değmediği bir köşede güvendeydi. kulaklığımda ludovico einaudi'nin elegy for the arctic'i çalıyordu. parmaklarım ısınmıştı, ayılı tişörtüm üzerimdeydi. zamanda birkaç saat de olsa ileri atlamanın tek yolunun, daima yazmak ve yazarken hayal kurmak olduğunu bir kez daha anlamıştım. 

pazartesi sabahının kasvetini ancak böyle dağıtacak ve mesai okyanusunda böyle hayatta kalacaktım.