30 Aralık 2011 Cuma

at the end of

eylüle kadar, her ayın son günlerinde "a day at the end" diye başlığımı atar ve aylık z raporumu çıkarırdım. ayın öne çıkan olaylarını bir kez daha hatırlar ve kronolojik serüvenime bir halka daha ekledikten sonra diğer ayın başından devam ederdim. sonsuza dek bu sıradanlığımın devam edeceğini sanmak büyük bir hata oldu; eylülün 27'sinde hayatım bir daha geri dönülemeyecek şekilde değişti. görünmez bir bıçak, hayatımın 28 yıl 2 ay ve 11 günlük kısmını tamamen ayırdı. kışı ve yağmuru beklerken kardeşimle, ben eylülün sonunda geçici olarak konulan bir mezar taşının önünde başım öne eğik durdum saatlerce. kardeşimin fiziksel varlığına veda ettim, ruhunu ise ruhuma kattım. onu son kez, yoğun bakım odasında gördüm; asil bir prens gibi yatıyordu. elinden ve alnından öptüm, yüzünü sevdim ve hoşçakal dedim; hoşçakal oğlum.

yoğun bakım odasından çıktım, güçlü olmam ve ayakta kalmam gerekiyordu. artık omzumun üzerinde güzel bir ruh vardı; gittiğimiz tüm yolculuklarda kardeşim beni taşımışken, şimdi sıra bendeydi. hayatımın son anına kadar onun ruhunu taşıyacak ve onunla konuşacaktım. her zaman bir abiydim ve öyle kalacaktım. 

abisi olduğum için gurur duyduğum kardeşim gideli bugün üç ay oluyor. ölüme alışmak bir ömür sürerken, ölmek bir bira içmekten daha kısa. kardeşime çarpıp kaçan, saklanan ve iki hafta sonra sahte kimlikle yakalanan namussuz herif bile tahliye olalı üç günü geçti. ikinci duruşmasında, daha fazla tutuklu kalmasının ölçüsüz bir ceza olacağını söyledi hakim ve tahliye etti. bilirkişi yarı yarıya kusurlular diye rapor verdi, herkes her şeyi bildiğine göre bana düşen de mahkemeden çıkarken herifin gözlerinin tam içine bakmak oldu. bu yüzü unutma dedim, bir daha karşılaşacağız. ülkemden nefret ettim; pislik bir herifi içeriden çıkarmak için uğraşan hakiminden, savcısından, avukatından, bilirkişisinden ve geri kalan her şeyinden. çekip gitmek ve anadilimi unutana kadar susmak, hayatımın geri kalanına başka bir ülkenin coğrafyasında başka bir isimle devam etmek istedim.

- adın nedir?
- onur.
- ismini çok sevdim onur, izin verirsen sana bira ısmarlamak isterim.

eskişehir'den istanbul'a giden trenin yemekli vagonundaydım, yol boyu değişen manzaraya bakıp bira içiyor ve zamanın yanılsaması üzerinde düşünüyordum. sabah erkenden bursa'da uyanıp eskişehir'e otobüsle geldikten sonra trene son anda yetişmiş ve yolda olmanın büyüsüne kendimi kaptırmıştım. sisin içinde kaybolan rayların üzerindeki bir yemekli vagondaydım ve mali müşavir kemal baba ile karşılıklı içiyordum. ankara'dan eskişehir'e yüksek hızlı trenle geldikten sonra, bizim trene aktarma yapmıştı. ilk 35'liğini yüksek hızlı trende, saatte yaklaşık 250 km ile bitirmiş ve kayıtlara geçmeyen bir rekor kırmıştı. ikinci 35'liğinin yarısında da karşısında, pencereden dışarıya hafif mutlu gözlerle bakan beni bulmuş ve sohbet etmek istemişti. ona, bira ısmarlamasına gerek olmadığını; zaten içtiğimi söylemiş olmama rağmen ısrar etmişti. velhasıl, haydarpaşa'da trenden indiğimde beş tane bira içmiştim ve üç tanesini kemal baba ısmarlamıştı. ona oğlunu hatırlattığımı söylemiş ve eski günlerden bahsetmişti. 60'ların sonundan, devrimci gençliğin her şeye yükselttiği sesinden ve benim kuşağımın pısırık olduğundan. apolitiktik ve sindirilmiştik. parasız eğitim için pankart açanlar duruşmaya bile çıkmadan hapislerde çürürken, sinyal vermeden dönen ve bir hayatı sona erdirdikten sonra kaçan leş heriflerin ikinci duruşmada tahliye olduğu berbat bir ülkedeydik. 

haydarpaşa'nın meşhur merdivenlerinde dikilip istanbul'a baktım; seni yeneceğim istanbul diyen insanların hayaletleri çatıda dikilmişken ben yalpalayan adımlarla kadıköy iskelesine doğru yürüdüm. sırt çantam ve fotoğraf makinem yanımdaydı, insanlar her zamanki gibi kaldırımlardan taşmıştı. aralığın ortasında bir yerdeydim ve sonunda istanbul'a varmıştım. sanki hiç gitmemiş de kısa bir ara vermiş gibi; ders çıkışı karşıya geçip de akmar'a uğramış gibi.

dostlarımla görüştüğüm, aralarından en yetenekli olanının elinden enteresan ve aynı oranda muhteşem yemekler yediğim, yeni evli çiftlerin evinde misafir olduğum ve bir tren yolunun kenarındaki çocuk odasında, sanki bir çocukmuşum gibi uyuduğum güzel günlerin ardından eve dönmenin vakti geldiğinde, yolun bitmeyeceğini ve yaşadığım sürece devam edeceğini anladım. sirkeci garı'nda uluslararası biletler departmanına bakarken de, günün birinde daha büyük bir sırt çantası ile trene binen bir sonraki yaşımı ve gözlerindeki mutluluğu gördüm.  tren yavaşça hareket ederken ona el salladım, gittiği yerlerden kartpostal atmasını ve bol bol yazmasını söyledim. bana baktı ve güldü, gülünce bana benziyordu. ayçiçek tarlalarının ve sedir ağaçlarının arasından bir kez motorla geçmiş ve yüzümüzü güneşe dönmüştük hatırladın değil mi? evde hazırlayıp folyoya sardığımız sandviçlerin tadını ve göcek'te sonlanan uzun yolu ben unutmadım can yoldaşım ve unutmayacağım. ruhun ruhum, bedenim ise bedenindir. belki günün birinde yeniden bir motosikletin üzerinde, henüz doğan bir güneşin gölgelerimizi yol boyunca serdiği bir başka zamanda bir yerlere gideriz ve bu sefer motoru ben sürerim. motor yine fazer olur; egzosu ise two brothers'tan alırız. 




1 yorum:

Adsız dedi ki...

herkes her halta yorum yapmasını biliyo da kimse bu yazıya yorum yapamıyo.dokunulmazlığı var sanki.siyah kazaklı kardeşin olmalı nasıl da asil bir duruşla poz vermiş.