20 Mayıs 2025 Salı
son görülme perşembe, 15:04
13 Mayıs 2025 Salı
iki on ur
dün öğlen nerede ne yiyeceğimi bilemeden kendimi dışarı attım. önce balıkçıya bakacaktım, kalamar benzeri bir şey istiyordum. antik zamanlardan kalmış omurgasız bir deniz canlısı olabilirdi. bir önceki gün maçları uç uca eklerken çok içmiştim ve canım okyanus lezzetinde bir şeyler çekiyordu. kredi kartı kesim tarihini ardımda bırakmıştım, kazancım ile borçlarım sanki parçacık hızlandırıcısında karşılaşmış ve birbirlerini nötrlemişti. sıfıra sıfırdım ama bunun bir başarı olduğunu bilecek kadar da yaşlıydım. ödemelerim çoktu ve para sadece, o da her ay aksatmadan gittiğim takdirde, tek bir yerden geliyordu. evdeki rahat koltuğumda büyük bir televizyondan ingiltere ligini izlerken bira içmenin bedeli vardı ve tüm hayatım boyunca yaptığım gibi bedel ödemekten kaçınmıyordum. yeteneklerime ihanet etmiş olabilirdim ama bundan çok emin değilim, belki de yetenekli olduğuma inandırmıştım kendimi.
bir kağıda öylesine çizdiğim eskizleri çöpe atmayı unutmuşum, başka bir mimar bunları gördü ve bunları benim çizip çizmediğimi sordu. sonra da mutlaka yarışma projelerine girmemiz gerektiğini, burada kendimi harcadığımı ekledi. uçan konsolları olan modern bir binaydı, boşluklarından okyanus görünüyordu ve arazinin içinde sanki hep orada olan bir kayaymış gibi kendi halindeydi. uçuruma doğru uzanan havuzun başında bir siluet dikiliyor ve inşa ettiği evin tadını çıkarıyordu. beyaz kalın kağıdın üzerinde sadece lacivert mürekkebin iziydi bütün bunlar, siluet karanlık bakışlarıyla okyanusu tarıyordu. başka bir gerçeklikte erkenden vazgeçmek yerine mimarlığa devam etmişti. yine de beni suçlamıyordu, ben de onu ilahlaştırmıyordum. ikimizin arasında bir denge vardı, birbirimizi anlayabiliyorduk. ben ara sıra bir şeyler çiziyor ve ona can veriyordum, o da okyanusu yüksek bir terastan izliyor ve gerçek olduğunu düşünüyordu. yarışma projelerine girmek istemiyordum, yarışmaya gerek yoktu. müteahhitlere, işverenlere, ustalara, yönetmeliklere, proje müelliflerine, ekonomik kısıtlamalara, ruhsat için belgelere, noter onaylı sözleşmelere... sadece beyaz bir kağıdın üzerinde dağılan mürekkep benim için yeterliydi.
ertesi gün, bir müteahhidin oğlu geldi. babasının işlerine devam edecekti, en son model bir bmw'si vardı. parası muhtemelen harcayarak bitiremeyeceği kadar çoktu. basit bir dilekçe yazması gerekiyordu ve ne yazacağını da çıktı alıp önüne koydum. sadece kendi ada/parsel bilgilerini ekleyecekti. kahrolası plan buydu ve çocuk, dilekçeye bakarak bile bunu başaramadı. hayret ettim, sanırım okuması yazması yoktu ama üniversite mezunuydu. iki yıllık falandı belki ama bir noktada okumayı yazmayı bırakmıştı. iyi para kazanıyorlardı, latince isimli konsept projeler, sonsuzluk havuzları, iddialı söylemler, her model arabalar, performans kitleri, orijinali bile sahtesinden daha sahte gözüken emporio armani kıyafetler arasında dilekçe yazmanın gereği ve önemi yoktu. tanıdığım da bir çocuktu o yüzden dayanamayıp "oğlum senin okuman yazman yok mu, bu nasıl yazı?" diye sordum. abi uzun zaman oldu dedi ve güldü. bakarak bile aynısını yazamamıştı. zar zor tamamladı, on milyonluk bmw'sine binip gitti. ben de eskizime biraz daha bakıp yırttım ve çöpe attım. kendi ofisimi açsam, yine bu adamların eline düşecek ve idealist davranmaya çalışırken de ilk seferine çıkmış titanic gibi olacaktım. mimarlığı hobi olarak yapmalıydım belki de, hikaye anlatmakta kullanmalıydım fakat nereden başlamam gerektiğini bilmiyordum.
ha, ne diyordum, önce balıkçıya bakacaktım. buzun üzerinde yatan uygun bir canavar bulursam da yiyecektim. eğer gönlüme göre bir şey bulamazsam da fırından sıcak pide alıp eve gidecek ve sote yapacaktım. ne sotesi olacağını bile bilmiyordum, detaylı düşünmemiştim. balıkçıda, sevmediğim bir sürü insanı görünce erkenden vazgeçtim. buzun üstündekilere bile bakmadım. insanlara tahammülüm yine yerlerde sürünüyordu. ufak bir yerde yaşıyordum zaten, sabah kavga ettiğim bir müteahhit akşam meyhanede denk geliyor ve "afiyet olsun onur bey" diyordu, boğazlamak istediğim bir sürü insanla küçük bir teknede bir bilinmeze sürükleniyordum. yabaniliğim ara sıra kendini hatırlatıyor ve bizi unutma burada patron diyordu. ona birkaç parça et atıp hayatta tutuyordum.
içerdeki kimseyi tanımadığım bir esnaf lokantasına girdim, ne yiyeceğimin bir önemi yoktu ama yine de vitrinine baktım. garson bana anlamsız gelen bir sürü yemek adı sıralıyordu. elbasan tava, üstbasan buğulama, kuzu mincikleme gibi. çorba ve karışık kızartma söyledim. geçen hafta evde enfes bir kızartma şöleni yaptığım için önümüzdeki iki sene evde bir şey kızartmam yasaklanmıştı. artık kızartma ihtiyacımı esnaf lokantalarında ya da deniz kenarında karşılayacaktım. soğuk şoklu ve çift kızartmalı muhteşem bir kızartma partisiydi ve bedeli ödendi. bedel ödemekten kaçmayacağımı söylemiştim.
hızlı bir yemekten sonra kırk dakika zaman kaldı, sığınağıma koşmalıydım. kapıyı açınca hemen ernest hemingway karşılıyordu, yanında jules verne vardı, umberto eco karşı duvardaydı. halk kütüphanesi, tüm zamanların en görkemli hayaletleriyle tıka basa doluydu. ne okuyacağımı bile bilmiyordum, sadece onlarla olmak iyi geliyordu. anthony bourdain'in mutfak sırlar kitabı, yemek kitapları bölümündeydi. emine s. beder'le yan yanaydılar. emine teyze, başta sıkıntı çekse de zamanla birbirlerine alışmışlar. tony'nin altın gibi bir kalbi varmış, eli de pek maharetliymiş. neden böyle birisi kendisi asarmış, canına kıyarmış anlamamış. tony ise artık ölümün ötesine geçtiği için keyifliydi, uzak bir ilçenin raflarında huzuru bulmuştu. diğer hayaletlerle tüm gece partiliyor ve öğleden sonraya kadar uyuyordu. yaşamanın omuzlarımızı yere yapıştıran ağırlığı bitmişti. bir kağıt kadar hafifti ve kitabın kapağı ne zaman ve nerede açılırsa, yeniden hayata dönüyordu.
onlardan biri olmak istiyordum. mimarlık umurumda değildi. piyasada iş yapanların, kimlere hizmet ettiğini görüyordum. okuması yazması olmayanlar için gözlerinin ışığını kaybediyorlar, gece gündüz çizim yapıyorlar, alternatifler üretiyor ve sonra da yerindeki uygulamanın kendi aklından geçenlerle bir alakası olmadığını fark edip dişlerini sıkıyorlardı. dişleri un ufak olmuştu, çeneleri iflas etmişti. bazıları benden bile kötü durumdaydı. yerinde olmak istediğim tek bir mimar bile yokken, ölü yazarlara imreniyordum. yolum belki de hep buydu ama o taşları zamanın ve mekanın çeşitli evrelerinden tek tek toplamak zorunda kalmıştım.
okuma salonuna girdim, ilk rafın ilk kitabı henry david thoreau'nun walden'ıydı. güzel ve tatlı bir tesadüf gibi parıldıyordu, hemen avuçlarımın arasına aldım. ilk sayfada yazarın hayatından kesitler vardı. 1817'de doğmuş ve 1862'de ölmüştü. 45 yıl, ne çok uzun ne de çok kısa. ben ise 42 yaşındayım. sanki daha önümde uzun seneler varmış gibi geviş getire getire yaşıyorum. bir devenin çöl geçerken aklında çevirip durduğu tanımsız bir hayalim. bir serabım belki de. yazıya başlarken, paralel evrende motosiklet süren halimle ortak bir maceraya atılayım diyordum. tünelin ucu bambaşka bir yere çıktı. şimdi masamın diğer tarafında bir müteahhit bekliyor, istinat duvarı için ruhsat harcı hesaplayacakmışız. orta asya steplerinde motosiklet sürmek yine başka bahara kaldı ama sorun değil.
5 Mayıs 2025 Pazartesi
mayısta ölmek zor
henüz bitmiş bir inşaatın bahçesinde, dünkü yağmurla birkaç parmak ancak dolmuş havuzun başında inşaattan sorumlu her kimse onu bekliyordum. yolda olduğunu ve en fazla beş dakika içinde geleceğini söylemişti ve ikimiz de beş dakika içinde gelmeyeceğini biliyorduk. yalanlar o kadar çok söylenmişti ki artık hangi yalan ne için kullanılmıştı, onu bile unutmuştuk. binalar ise sığınaklarına varana dek bitmişti. nükleer bir savaşta apartmanın altındaki çift duvarlı sığınaklarda hayatta kalacak ve türümüzün devamını sağlayacaktık. kara bulutlar dağılana kadar sıva ve beton kokulu mahzenlerde, asansörde karşılaştığımızda bile canımızın sıkıldığı komşularımızla birbirimizi öldürmeden yaşayacaktık.
ucuz fayans döşeli ve inşaat artıklarıyla kirli havuza bakarken bir strafor parçası dikkatimi çekti. kaptanı ölmüş bir tekne gibi sürükleniyordu fakat görebildiğim kadarıyla kaptanı güvertedeydi. rüzgar estikçe, o küçük beyaz ada, tek sakiniyle elli metrekarelik bir havuzun dibinde dolanıyordu. kaptan quattro ise kaderine boyun eğmiş gibi hareketsizdi. kurtulmaya çalıştıkça parlak fayanslardan kaymış ve tekrar zemine kavuşmuştu. artık kurtulacağına inanmadığından, debelenmeyi de bırakmıştı. vazgeçmişti kaptan, sonunu başından görmüştü. bir süre sonra besin bulamayacak ve güneşin altında, boş bir yüzme havuzunda karnını havaya dikerek ölürken de atalarının hiçbirisinin daha iskan bile almamış bir sitenin gıcır gıcır fayanslarının arasında şatafat içinde ölmediğini aklına getirecekti.
havuzun kenarında dikilip kaptan quattro'yu kurtarmaya karar verdim. onun son günü bugün olmayacaktı, mayısta ölmeye gerek yoktu. çiçeklerin arasında dolaşıp dağlara koşabilir, kekik fışkıran yamaçlarda yerçekimine meydan okuyabilirdi. benim orada olmamın benim için pek olmasa da bir anlamı vardı. tutunmasını sağlayacak bir şeyler bulmalıydım. olympos dağından onun için inmiş bir kurtarıcıydım. etrafta dolaşıp bir şeyler aradım, inşaat ipi olmazdı. harika bir kalas buldum. iki metre uzunluğundaydı ve yüzeyi pürüzlüydü. kaptan, ayaklarındaki minik vantuzlarla rahatlıkla havuzun dışına çıkabilirdi. kalası havuza şık bir eğimle uzatıp sabitledim. kurtulmak isteyen rahatlıkla kurtulabilir, eğer havuzunu özlerse geri de dönebilirdi. hayat ile ölüm arasında, kader ile irade arasında bir köprüydü kalas. ne isterse onu yapacaktı artık, başına gelenler için kimseyi suçlamasına gerek kalmayacaktı.
inşaatın sorumlusu yirmi dakika sonra geldi, yalan söylemekten neredeyse ağzıyla burnu yer değiştirmişti. binaları dolaştık, ufak tefek eksiklerini söyledim. yarın yapacağız dedi. yalan adamın ağzında öyle yuva yapmıştı ki, zevk olsun diye buna devam ediyordu. attığı her adımı yeni bir yalanla örüyor ve kendi patikasını çiziyordu. inşaat teknikeri bir büyücüydü ve kelimeleri çok iyi kullanıyordu. ona saygı duymakla, sığınağın pürüzlü duvarlarına kafasını sürtmek arasında biraz kararsız kaldım. inşaat denetimini bitirip havuzun yanına yürürken, kalasın üst kısmında bir kıpırtı gördüm. iyice yaklaştım ve kaptan quattro ile göz göze geldim, havuzun dibindeki mutlak ölümden kurtulmuştu. artık boş bir yüzme havuzunun dibine düşmediği sürece tüm dünya onundu. limandaki bir tekneye sızıp tüm dünyayı dolaşabilir ya da antik bir kentin kralı olup hanedanlığını orada binlerce yıl devam ettirebilirdi. seçenekler, bir çingenenin altın dişleri gibi ışıldıyordu ve o da bunun farkındaydı.
ben arabaya atlayıp ofise geri döndüm, belki de en şanslı gününü yaşayan kertenkele ise dağlara doğru giden arazide gözden kayboldu.