22 Mart 2012 Perşembe

sunset tuborgs

öyle bir his var ki içimde, 22 mart 2002'de hafiften uzamaya başlamış günlerin hafifliğinde taa bostanlı'ya gidip birkaç bira içtiğime eminim. balıkçı barınağının ardından batan güneş, soğumaya başlayan hava ve kırmızı tuborg. okul hayatım son hızla irtifa kaybederken, diğer branşları yavaştan yoklamak. etrafımda willy'nin olduğunu ve sigarasını yaktığını bile on sene sonrasından görebiliyorum. martın 22'sinde izmir'de ve dışarıdaydım, yurda dönmek istemiyordum. belki şu anda bile değilim, 2012'den 2002'yi hayal eden bir orta yaşlıyımdır ve takvimler 22 mart 2022'yi gösteriyordur. imar müdürü olduktan sonra işleri iyice boşvermiş ve deniz gören odamın penceresinden akşama kadar dalgaları izlemişimdir. gelecekten ya da şimdiden pek emin değilim, sadece on sene önce izmir'de bir yerlerde içtiğimi biliyorum. winamp da bunu biliyormuş gibi "if tomorrow never comes"ı çalmaya başladı. beni 2002'den alıp 2004'e götürdü. rock barda çalışıp tek gecelik ilişkilerin arsız şövalyesi olduğum iki senenin ardından, uzun yıllar boyunca sevebileceğim kızı sonunda bulmuştum. gülünce yıldızların bile yeryüzüne biraz daha yaklaştığı bir kızdı ve patron ortalıkta değilse iş esnasında öpüşürdük. taze bir meyvenin tadı vardı dudaklarında fakat hangi meyveydi hatırlamıyorum, aradan uzun zaman geçti. ben onu öptüğüm esnada sevişen bir çiftin çocukları okula başladı, sanıyorum ki okumayı bile söktü. çalışma saatlerim esnekti, akşam üstü başlar ve sabaha karşı barı kapattıktan sonra bar personeli olarak biraz daha içerdik. konuşur, güler ve kalkınca hiçbir şeyi hatırlamazdık. gündüzlerimi sevgilime vermek için sabah yatmışsam bile öğlene doğru mutlaka kalkardım ve birlikte denize giderdik. kalp atışlarım dengesizleşirdi onun yanındayken. onun minik ellerini tutup aşkın bu olduğunu düşünürken bir sene önce ablasıyla birlikte olduğumu aklıma getirmemeye çalışırdım.

akşama kadar ihale dosyalarını kontrol ettiğim ve fiyat teklifi için birkaç çizim yaptığım bir gün oldu. kelimeleri anlamayana çizim, çizimi de anlamayana 3d modelleme yaptım. 3d modellemeyi de anlamayan oldu, onun yakasına yapıştım. yerel gazetenin manşetinde dün akşama kadar uğraştığım projenin vaziyet planını gördüm fakat kendimle gurur duymadım. bir şeyleri başardığımı hissetmedim. ihale dosyalarına bir süre ara verip geniş teraslara açılan bir zemin katı çizdim. bir dönüm portakal bahçesi alıp köşesine tek katlı bir ev konduracağız. şu aralar tek ciddiye aldığım şey, bu evin projesi. doğramalarının hangi malzemeden olması gerektiğine kadar düşünüyorum. antalya'da bir benzeri olmayan güzel bir şeylerin peşindeyim ve buna ulaşacağım. verandasında oturup başka bir akşam üstüne şarap içerken de uyuyakalacağım. yıldızların yine yakınlaşır gibi olduğu bir geleceği planlıyorum, sadece evin planından ve odaların nereye gelmesi gerektiğinden bahsetmiyorum.

az önce bizimkiler geldi ve misafirliğe gideceğimizi söyledi. onlara, beni hayatımın geri kalan günlerinde misafirliğe gitmek için zorlamamalarını söyleyip ikinci kırmızım için mutfağa girdim. ilk kırmızı iyi işe yaramış ve iki paragrafı benim yerime yazmıştı. paragraf! ne güzel bir kitabevi ya da cafe olurdu senden. ankara'daki sakal gibi, tavana kadar raflar ve kitaplar. ne günlerdi değil mi? bir başka sevgilin için tek günlüğüne ankara'ya gitmiş ve onunla öğlene doğru, bir parkta kırmızı tuborg içmiştin. birkaç gün önce kar yağdığı için her taraf karla kaplanmıştı, kız arkadaşının dudağındaki piercinge uysun diye kulağını deldirmiştin. sahi ne oldu o kız? tiyatrocu olmak istediğini söylerdi, google'a göre bunu başarmış. başarmakla kalmayıp dizilerde oyuncu bile olmuş, youtube'dan eski sevgiliyi görmek de ne enteresan değil mi mimarım? bunlara alış, hayat zaten gerçek değil. ya senin ya da bir başkasının gördüğü rüya. on sene öncesi, nasıl bir an gibi geliyorsa; tüm hayatın da aslında bundan uzun değil. yirmi ya da kırk yıl fark etmiyor, hepsi ana tekabül ediyor. o yüzden uzun vadeli planlarını rafa kaldır, anı yaşa. bir belediyenin imar ve şehirciliğinde ne kadar yaşayabiliyorsan artık. hayat bir an fakat maaş ayda bir geliyor. gelen paranın bir kısmını ehliyet kursuna, bir kısmını öğrenim kredisine, bir kısmını kanal tedavisine ve dağcılık ekipmanlarına yatırıyorsun. feda olsun, öğrenim kredisiyle içtiğin biranın parasını şimdi ödüyorsun. 

biraz önce annem geldi ve hafta sonu olympos'a yakın bir araziye bakmaya gideceklerini söyledi. hemen ormanın kenarındaymış. mevzuat der ki: imar durumuna bakmadan bir dönüm araziye 75 m2'lik bir ev yapabilirsin. 75 m2'ye tüm hayallerimizi sığdırabilirim, verandamıza açılan kapılar boydan boya cam olabilir. ege'nin taş evlerindeki mimariyi kısmen uygulayabilirim. merkezi plan ve rengin anlamını bulduğu duvarlar. hayat adını verdikleri bölüm ile birlikte yüksek pencereler. yağmurla yıkanan bir veranda ve ormandan sızan toprak kokusu. medeniyetin pek yaklaşmadığı yerlerde yıldızlar yaklaşır insana, ışıktan duvarlar kalkar. istanbul'da milyonda birini görmediğin yıldızların altında sabahı getirirsin. damağında dolaşan bir yudum şarap, seni astral bir seyahate çıkarır. dünya'yı dolaşamadım diye hayıflanırken, bir başka galaksiden uzanıp izlersin gökyüzünü. 

akşam iyice çöktü. metallica "to live is to die" ile devam ederken dolaptaki üçüncü kırmızım da omzumdan dürtüp "hadi öpüşelim" dedi.


12 yorum:

zaphod dedi ki...

Animalcı admin.. Pardon o burda değildi. Hani eskilerden entry? İyi konseptti o bence.

Bir de bence portakal ağaçlarını düz bir sırada dikmek güzel değil. Gökyüzünden bakınca bir motifi olmalı. Ev de dublex olmalı üst katta sınırsız pes atılabilmeli.

.. dedi ki...

ne güzel böyle tane tane anlatabilmek. anlatamasan bir de büyük sıkıntı yapıyor insanda.eline sağlık

mies dedi ki...

eskilerden entryi senin yüzünden bıraktım, ne yazsam laf söylüyorsun amk ama. portakal ağaçlarını biz dikmeyeceğiz, hazır dikilisine ev konduracağız. ev dublex olamaz, bodrum katı yapacağız. ses, küfür ve radyoaktif dalga geçirmeyen duvar yapacağım sana; anca sakinleşirsin. ya arkadaş, evin adresini biliyorsun gidip de blogdan yorum yapıyorsun? iyice arsız oldun.

Adsız dedi ki...

bağımlılık yaptığını umarım biliyorsundur.

Adsız dedi ki...

Blogunu yeni gördüm. yazıların muhteşem. Cumartesi çalışmamak için memur olmuşsun, allah seni davul etmesin emi. bense kurtulmaya çalışıyorum. Bu arada Ceneviz kalesinin üstünden manzara harika. Umarım bende benzerlerini fyordların üzerinden çekerim.
not: yazılarını geç okuduğu için kapına kırmızı tuborg bırakan sniper değilim :)

Adsız dedi ki...

merhaba mies,
"don quijote" okudun mu, bilmiyorum. okumadıysan roza hakmen çevirisi muhteşem..
sevgiler, saygılar

mies dedi ki...

@sonadsız "don quijote"un kısaltılmış versiyonunu uzun zaman önce okumuştum, geçen sene normalini aldım fakat çevirisi nedeniyle devamını getiremedim. birkaç da imla hatası görünce tadım kaçtı. tavsiyene uyacağım, teşekkür.

Adsız dedi ki...

ben de birkaç kez değişik yayınlardan okudum. çevirilerden dolayı güzel kitaplardan mahrum kaldığımızı düşünüyorum. don kişot u severim, seni de severim. tanışın istedim :)
sevgiler, saygılar

mies dedi ki...

ispanyolca öğrensek her şey nasıl da güzel olacak aslında, yüzyıllık yalnızlığı kendi dilinde okumak da cabası. bunu bir düşüneyim ben.

Adsız dedi ki...

:).. hm ben de "the lord of the rings" e başladım. tolkien
'inin hakkını versem, çok güzel olur. dili ağır, bilmediğim çok kelime var, çok yavaş ilerliyorum ama türkçesinden kat be kat iyi. hm "yüzyıllık yalnızlık" okumayı çok isterim. tavsiye edebileceğin bir yayınevi veya çevirmen var mı? malesef ispanyolcam da yok. :) zamanında bilsem dünyanın bir ucundan insanların cümlelerinin beni etkileyeceğinin, hiçbir şey yapmaz dil öğrenirdim. neyse, kendine iyi bak

mies dedi ki...

yüzyıllık yalnızlık, bir tek can yayınları'ndan çıktı bildiğim kadarıyla. marquez'in yayın hakları onlarda sanırım. can yayınları en sevdiğimdir, çevirmen kalitesini tartışacak kalibrede değilim fakat kendi dilimde yazılmış kadar güzel gelmişti kitap. insanların uçtuğu kapaklısını da sahaflardan bulabilirsin. diğerini sevmedim pek.

Adsız dedi ki...

teşekkürler mies..