Mesaim
başladığında hala evdeydim; üzerimi bile giyinmemiş ve boş gözlerle telefonuma
bakıyordum. Sanki, toprağın altında kalan madencilerden biriydim ve kanıma
karışan karbonmonoksitin beni o kahrolası bilirkişilerin de canlı yayınlarda
utanmadan söylediği gibi tatlı bir ölüme götürmesini bekliyordum. Rüyamda
sabaha kadar yüzünü seçemediğim birileriyle dövüşmüş ve büyükçe bir deponun
köşesinde onu sıkıştırıp tam da öldürecekken de saatin çalmasından yarım saat
önce uyanmıştım. Muhtemelen dövüştüğüm kişi, insan suretine bürünmüş devletti
çünkü bir insana duymayacağım bir öfke ile ona doğru koşarken uyanmıştım.
Sabahın ilk
saatlerinde durgun bir göl gibi gözüken denize ve birkaç gündür açıkta bekleyen
yaklaşık on metrelik yelkenliye bakarken, beni bu iyilerin kaybetmekle kalmayıp
öldüğü lanet olası ülkeye bağlayan şeyin ne olduğunu düşündüm. adını
hatırlamadığım bir yazar, bir yere aidiyeti oraya ölülerini gömmüş olmakla
bağdaştırmıştı fakat Tezer Özlü’nün de dediği gibi burası bizim değil, bizi
öldürmek isteyenlerin ülkesiydi. Kıyıda sönümlenen dalgaları izledim, sular
biraz çekildiğinden olsa gerek ufak bir kum adası ortaya çıkmış ve martılar
sabahı orada karşılamıştı. Martı olsam, uyurken de uçmanın bir yolunu bulurdum.
Doğru bir hava akımı yakalar ve gözümü açtığımda nerede olduğumu
kestirememenin, çocukluğumdan kalan o tadını anımsardım. Martı olsam, en kötü
günümde bile “en azından insan değilim” diye kendimi teselli ederdim.
Denize yüzünü
dönmüş koltuğumdan yavaşça kalkıp üstümü giyindikten ve kedi yavrusu gibi yumuk
gözlerle uyuyan Ceren’i uyandırmadan öptükten sonra evden çıktım. İşe gitmek
istemiyordum; içimde çöken bir ocak vardı ve elimden neredeyse hiçbir şey
gelmiyor, elinden bir şey gelebilecekken küstahça açıklamalar yapan pislik
siyasetçilere lanetler ediyordum. Her halk, hak ettiği şekilde yönetilirdi
belki ama bu kadar kötülerini, vicdansızlarını hak ettiğimizi düşünmüyordum.
Hala kurtarabilecekleri madenciler içerideyken, ölenlere cuma hutbesi,
ailelerine maaş müjdesi veren yaratıklara, bağlı oldukları inanç sistemine,
bunları yaratana, yaratılmasına vesile olanlara küfürler ederek yolun
kenarından ilerledim. Hükümet konağına kara gözlerini dikmiş bir sokak köpeği
vardı, belli ki olanları duymuş ve intikam almaya karar vermişti. Bayrakların
yarıya indirilmesi ve üç günlük yas riyakarlığından daha gerçekti köpeğin kara
gözleri. Üç günlük yasın son günündeydik, üç günlük dünyanın da son gününe
gelmeyi ve hesaplaşmanın bir an önce başlamasını istedim. Bakanların,
patronların, kenelerin hesabını tanrı değil madenciler, döverek öldürülen Ali
İsmail Korkmaz’ın hesabını da ailesi sormalıydı. Bu çürümüş ülkenin mahkemeleri
artık yoktu, muhtemelen de hiç olmamıştı. Yaşı büyütülüp asılan çocuklar, yerin
binlerce metre altında ölüme gömülen çocuklar, tecavüz edilen, darp edilen, her
gün bu ülkede doğmuş olmanın bedelini yeniden ödeyen çocuklar.
Geçen sene bu
zamanlar, gezi parkı olayları başlamamış ve özgürce yaşamak isteyen
arkadaşlarımız dövülerek, gaz fişeğiyle, mermiyle, tomayla ve mümkün olan/olmayan
tüm imkanlarla henüz öldürülmemişlerdi. şimdi her duruşmalarında devletin başka
bir rezilliğini görüyor ve lanet okuyoruz. Öldürüp üzerimizde tepinen, geride
kalanlara teselli vermek yerine onları kışkırtan, tüm organlarıyla bizi yok
etmeye yemin etmiş bir devlete karşı hayatta kalmaya çalışıyoruz.
Sokak köpeğini
geçtikten sonra adımlarım daha da yavaşladı, içimde beni boğan bir ateş
yükseliyordu ve ellerim sanki arkadan kelepçeliydi. Aldığım nefes, içimdeki
ateşi harlıyordu sadece. Odama girdim, bilgisayarımı açıp telefonuma biraz daha
baktım. Bu ülkeden gitsem bile arkamda bırakmaya çalıştıklarım peşimi
bırakmayacaktı. Okyanusun ortasındaki bir teknede, katmandu’nun dağlarında, bir
yağmurun sırtında ya da bir ormanın en karanlık köşesinde bile olsam, yüreğime
kazınmış bu acıyı, bu nefreti ve intikam alma güdüsünü söküp atamayacaktım.
Ödeşme planlarıyla ömrümü geçirecek belki de ömrümü bitirecektim…
2 yorum:
Yağmurlu bir cumartesi akşamında yarım şişeden fazla şarapla tüm bloğunu okumak ne iyi geldi bir bilsen, keşke daha çok yazsan....
Belirsiz aralıklarla bloğu yoklayıp yeni yazı görememenin hala hayal kırıklığına uğrattığı takipçilerin var sevgili Mies. Hayatından ya da paralel hayatlarından bahsetsen yine, birkaç kelam etsen hiç fena olmaz, sen ve elf hanımın sevgiyle kalın.
Yorum Gönder