mesainin bitmesine yarım saat kalmıştı. tüm göstergeler normaldi; her cuma olduğu gibi piyano dersinden çıkan oğlum yanıma gelmiş, bilgisayarıma konmuş ve frikik atma oyununu açmıştı. onu izlerken kendi çocukluğumu hatırlamayı seviyorum, ben de babamın yanına gider ve bilgisayarda oyun oynamak için yalvarırdım. pek sıcak bakmazdı buna, çünkü o zamanlar bilgisayarlar çok nazlıydı ve sorun çıkarmak için bahane arardı. oyuna girmek bile büyük başarı sayılırdı. cd sürücüden gelen patinaj seslerinin eşliğinde, bir güvercin tedirginliğinde beklerdim. fifa yazısını görünce bağrımın kafesi açılır ve bütün kuşlar uçuşmaya başlardı. kaç saat oynayabilirdim peki? belki yarım, en fazla bir. oyuna hayret ederken hızlıca geçerdi zaman.
küçük prensim, kucağımda oturup tüm dikkatini topu doksana takmaya vermişken; odadaki kızlar pencereden dışarı bakıp bir şeyi ucuz atlattığımı ve lokum bisküvi dağıtmamı söylediler. binanın karşısına park ettiğim arabanın 3-4 metre arkasında bir kaza olmuştu ve bordo doğan sanırım direğe çarptığından kola kutusu gibi ezilmişti. lokum ve bisküvi üzerine düşünürken, doğanın çarptığı şeyin benim arabam olduğunu fark ettim. ilk başta açıdan dolayı anlaşılmıyordu fakat tampon ana gövdeden, adeta bir uzay aracıymış gibi ayrılmaya çalışıyordu. yol trafiğe kapanmıştı, doğan kendinden geçmişti ve kahrolası haftanın bitmesine yarım saatten az kalmıştı. aşağı indim. nedense sakindim, arabaya arkadan bakınca iyi geçirdiklerini görüp istemsizce "arabanın anasını sikmişsiniz" dedim. bu ilk kazamdı ve o sırada olay yerinde bile değildim. cehennem gibi sıcakta, ağlamaktan rezil rüsva olmuş bir kadın yaklaştı ve çok özür dilediğini söyledi. bordo doğanın gazı bittiğinden başka bir araçla çekmeye çalışmışlar, o sırada ip kopmuş ve gazı biten doğan atmosferde başıboş sürüklenen bir meteor gibi gelip benim arabama çarpmış. tamponda yer yer kırıklar vardı ama karşı taraf resmen kendinden geçmişti. 50 kiloluk bir zargana, "abi arabayı ben sürüyordum direksiyon kitlendi" dedi. yalan söylediğini biliyordum, o yüzden üstelemedim. ehliyeti olmayan genç kadın sürüyordu, kaza olunca bu flütü aramışlardı ehliyeti var diye. o da neyin ne olduğunu tam anlamadan hızlıca gelmişti. ağlamaktan deliye dönmüş kadın, erzurum'da arıcılık yapan kocasını aradı. kocası zararı karşılayacaklarını söyledi ama karşılayacak durumları varmış gibi gözükmüyordu. senenin belirli bir zamanında ortaya çıkan tropik sigortacımı aradım ve ne yapılması gerektiğini sordum. ilk defa ona işim düşüyordu. genelde mayıs haziran gibi poliçe, kapsamlı, ikame, zorunlu gibi tuhaf kelimelerle aklımı bulandırır ve bir senelik anlaşmayı kopardıktan sonra sırra kadem basardı. ne yapılması gerektiğini söyledi, o sırada fosforlu muhabbet kuşu gibi giyinmiş trafik polisleri geldi. durum, tüm çıplaklığıyla yol kenarına serilmişti. arabayı iple çeken kovboyların anlık kararı sonrası park halindeki aracıma arkadan geçirmişlerdi. güvenlik kameralarından olay anını sekiz farklı yönetmen çekmiş gibi izlemeye bile gerek yoktu. hemen çalıştığım binanın önündeydi, arabama çarpmak için mükemmel yeri seçmişler beni de çok yormamışlardı. merdivenden iner inmez kaza yerine ulaşmıştım. pencereyi açıp arabanın üzerine bile atlayabilirdim fakat doğanı ikiye bölmekten korktum. durduk yere gözdağı vermeye gerek yoktu, karşı taraf zaten şokun içinde yeni şok dalgalarıyla boğuşuyordu.
tutanağı tuttuk, üç nüsha imzaladık, trafik polisleri bu işi hobi olarak yapıyormuş gibi biraz takıldıktan sonra kayboldu. karşı tarafın sigortası karşılayacakmış, benim kaskom delinmeyecekmiş. kaskomun bekaretini korumaya ant içmiş bir şövalye gibi ağır kılıcımla asfaltın üzerinde dolaştım. perşembe günü aracın vizesi için cumartesiye randevu almıştım ve bir gün sonra kaza beni bulmuştu. paramparça doğanı çekiciye bindirip götürdüler, tamir edilecek gibi görünmüyordu. ortaokulda ayağımızla ezdikten sonra top diye oynadığımız kutu kolalara benziyordu. perişan kızı, zarganayı, erzurum'da arıcılık yapan kocasını, perişan kızın ince patlıcana benzeyen kardeşini postaladıktan sonra arabaya "yarınki muayeneden geçer miyiz?" diye fısıldadım, o da önce sanayiye uğrayıp tamponun ayrılan kısmını yerine oturtursak bir şansımız olabileceğini söyledi. ertesi sabah dediği her şeyi yaptım, sanayide eli hünerli bir usta buldum ve adam avucuyla koca tamponu yerine oturttu. şifacılardandı, az konuşuyor ve konuştuğundan da az dinliyordu. dünya'ya sadece dağılan gövdeleri toparlamak için gönderilmiş gibiydi. özüyle biçimi birbirine kaynamıştı.
araba vizeden tek seferde geçti, sigorta eksper işlemleri başladı, halatlı kovboylarla bir daha görüşmedim, geçen salı doğum günümdü fakat tüm haftayı hasta geçirdiğimden tek bir bira bile içemedim. bazen her şey üst üste gelince, sadece hayatta kalma modunu açıp zamanın geçmesini bekliyorum. pazar nispeten daha iyiydi, ailecek tekne turuna gittik, annem tekne kaptanına rica edip youtube'ta isme özel doğum günü şarkısı çaldırmasa gayet şık bir gün olacaktı fakat beni tanıyan tanımayan herkesin alkışları eşliğinde tiramisudan oluşan tuhaf pastayı kestim. rüzgar iyiydi, pastanın üzerindeki kahvemsi toz sanki küllerimmiş gibi dağıldı ve herkesin ağzına burnuna doldu. pastadan bir çatal aldım, 42. yaşımın şerefine iki de bira çaktım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder