13 Ekim 2025 Pazartesi

ışık ülkesinde bir gece

"galaksinin batı sarmal kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır.

bu güneşin yörüngesinde, kabaca yüz kırksekiz milyon kilometre uzağında, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler."

çok uzun süren bir planlama döneminden, diplomatik teşebbüslerden, bitmek bilmeyen alışveriş listesinden, koordinat belirleme çalışmalarından sonra sonunda olmak istediğimiz yerde, bir dağın yamacında yaktığımız ateşin etrafındaydık. hiçbirimizin kuyruğu yoktu ama sevinçten kuyruklarımızı sallıyor gibiydik. birimiz ateşi besliyor, diğeri kuru dal topluyor, öbürü mezeleri hazırlıyor, sonuncusu da dev kamp dolabından, on parmak buzun altına istiflediğimiz biraları ikram ediyordu. şehirler ve ışıklar geri kalmıştı, likya ülkesine yavaştan gece çöküyordu. sabah erkenden, adeta kavimler göçündeki son kavim gibi gelmiş ve pikabın arkasındaki her şeyi indirip bir yerlere koymuştuk. gece yarısı sürünerek gireceğimiz çadırımızı kurmuş, yatakları şişirmiş, uyku tulumlarını sermiş ve haftalardır konuştuğumuz rüyaya uyanmıştık. üçü evli, biri dul dört erkektik. 40'ların başında bir yerde, yeterince hırpalandıktan sonra doğaya dönmenin tek yol olduğunu hissetmeye başlamıştık. odun toplamalı, ateş yakmalı ve barınağımızı kurmalıydık. bu antik bir içgüdü gibiydi, bizi hem takip ediyor hem de hislerimize önderlik ediyordu. biralarımız ılımasın endişesiyle o kadar çok buz getirmiştik ki, kutuları soğuktan tutamaz olduk. evdeki buzdolaplarımız bile o kadar soğutmuyordu. hava ekimin ortasında bir gün için ılık, yerler ise iki gün önce yağan yağmurun etkisiyle nemliydi.

"gece, gündüzün devamı değildir" diyen tezer özlü, bir likya gecesine hafif adımlarla yürürken mi bunu düşündü bilemem ama yıldızların parlamaya başlamasıyla her şey değişti. lacivert bir örtüye açılmış sonsuz sayıda delikten ışık süzülüyordu sanki. aralarındaki milimetrik boşluk, belki de milyarlarca kilometreye denk geliyordu. çam ağaçları onlara dokunmaya çalışır gibi uzuyor, kollarını atmosfere uzatıyordu. takımyıldızlar önümde seriliydi, ay henüz yükselmemişti. batı sarmal kolunun bir ucunda, bir patikada yürürken bile içinde olduğumuz galaksiyi görebiliyordum. ne kadar küçüktük, ne kadar kısa süre yaşıyorduk ve bu süre içinde ne çok imtihan veriyorduk. ölçeklendirmede bir sıkıntı vardı. teknik kapasitesi 2008 yılında aldığım canon 400d'den daha yüksek gibi görünen yeni telefonum xiaomi 15 ultra'yı sonunda deneyebilecektim. bu gece için aldığım tripodu toprağa kurdum, telefonu taktım ve nefesimi tutup deklanşöre bastım. ışık ülkesi denmesinin sebebi belki de gündüzü değil, gecesiydi:








2 yorum:

Adsız dedi ki...

Fotoğrafların sesi var sanki. İkinci fotoğrafta 6 kişilik ağaç ailesi yamacı tırmanıyor. Çok sevdim. Samanyolu, ışık kirliliğine maruz kalmadığımız yıllarda tam olarak böyle görünürdü...

zaphod dedi ki...

Fotolar guzel