19 Şubat 2025 Çarşamba

asla yalnız yürümeyeceksin

bölgenin en zengin müteahhidi, elinde tabletiyle yeni yapacağı projeyi gösteriyor ve bazı sorular soruyordu. proje fena değildi, zengin sahiplerini bir an önce kucaklamak istiyordu. iştahı yerindeydi, aç bir kurt gibi ağzını denize doğru açmıştı, hiçbir daire bir diğerinin manzarasını kapatmayacaktı fakat canım, müteahhidi daha fazla dinlemek istemediğinden, önemli bir görüşmem var deyip ortamı terk ettim. asla yetmiyordu insanlara kazandıkları para, sattıkları daire, yeniledikleri araba. yüzleri bir mum gibi eriyordu iş peşinde koşmaktan, gözleri kanlanıyordu geceleri düşünmekten.

iş yerinden erken çıktım, önce eve uğramam ve üzerime rahat bir şeyler almam gerekiyordu. sonra da kerem'in okuluna gidecektim. velilerin de olacağı spor şenliği mi ne varmış ve benim küçük cengizhan alyuvarım, liverpool formasıyla sabah giderken "baba mutlaka geliyorsun" demişti. yüce tanrım ve kurucu babalar, müreffeh amerikan ailesi gibi olmuştuk ve caşua'nın o çok önemli maçına gitmezsem beni affetmeyecekti. hayatı boyunca travmasını yaşayacak ve her fırsatta, beni neden yüz üstü bıraktın baba diye buhranlara sürüklenecekti. bir kuşakta neler değişiyor, yılda bir kez olan veli toplantısına sadece annem gelir ve öğretmenlerimin övgü dolu sözlerini akşam bir kez daha tekrar ederdi. babam gururlanırdı ve güzel bir geleceğin ümidiyle yemeğe otururduk. uslu ve çalışkan bir öğrenciydim, minik ellerimle bazen dua bile ederdim. çok şey istemezdim, tanrı da böyle küçük hesaplara dikkat etmezdi. ondan sadece bir kere, tüm kalbimle bir şey istedim fakat kabul etmedi. belki yerinde değildi, belki de önemli bir görüşmem var deyip o gün erkenden çıkmıştı. o da oğlunun okuluna, velilerin de katılacağı bir spor şenliğine gitmişti.

hafif esneyen ama bir yoga taytı gibi de hatlarımı ortaya çıkarmayan trekking pantolonu ve tişörtün üzerine 2008 yılında, bir cuma akşamı istiklal caddesi'nde gördüğüm ve görür görmez vurulduğum liverpool ceketini aldım. ehliyetim olmamasına rağmen ehliyeti kaptıracak kadar içtiğim bir geceydi, adidas mağazasının vitrinindeki kırmızı cekete büyülenmiş gibi bakmış ve ekonomik durumum can çekişmesine rağmen gözümü karartıp almıştım. i love liverpool yazıyordu göğüs kısmında ve kalp işareti adidas'ın klasik üç yaprak logosuydu. o zamanlar liverpool ile kafayı bozmuştum, hayata tutunmamı sağlıyordu steven gerrard ve you'll never walk alone. henüz 28 yaşında bir kaptandı, tek isteği liverpool ile şampiyon olmaktı fakat tanrı, onun bu isteğini de yerine getirmedi. şampiyonluk maçında ayağı kaydı, demba ba topu kaptı ve liverpool o gün şampiyonluğu kaybetti. 

artık hazırdım, okulun spor salonuna gidip veli şenliğinde diğer velileri pataklayabilirdim. geçen yaz futbola veda etmiş ve görkemli bir jübile yapmıştım ama bazı özel günler için yeniden dirilebilirdim. kırk yaş üstü futbol turnuvasında, sol ayağımın dışıyla frikikten gol attığım maçın ikinci yarısında baldırımdaki kas atmış ve resmen patlama sesi duyduktan sonra da vurulmuş bir at gibi devrilmiştim sahaya. bir hafta koltuk değneğiyle ancak hareket edebilmiş ve halı sahalara tövbe etmiştim. solağın tövbesi meşin yuvarlağı görene kadar der eskiler ama eskileri dinlemiyorum artık. 

okula vardım, minik suratlımı beni beklerken buldum. herkesin babası gelmişti, ben gelmesem gerçekten olmazmış, caşua'yı teselli edemezmişim. beden öğretmeni, tanrı tüm bedencileri ve ekmek teknesi olan bedenlerini korusun, oyunun kurallarını anlatırken bir istiklal akşamında macerası başlayan liverpool ceketimi düşündüm. üç taksitle almış ve ertesi sabah uyanınca onu gördüğüme sevinirken taksitleri nasıl ödeyeceğimi düşünmüştüm. o zamanlar az düşünür, daha fazla eyleme girişirdim. şimdi daha az düşünüyor, düşündüğümden de az harekete geçiyorum. zaman hükmünü yitirdi, yaşlandığımı hissediyorum. 

düdük sesiyle oyunlar başladı, basket topunu sürdükten sonra birkaç slalom yapacak ve sonra da çemberden geçirecektik. plan basitti ama diğer veliler, basketbol topuyla ilk defa karşılaşmış gibiydi. topu şamar ile terbiye edenler vardı, çocukların çığlıkları kapalı spor salonunda yankılanıyor ve ortalığı arı kovanına çeviriyordu. sıra bize geldi, düdük sesiyle fırladık, avucumla seviyordum topu. ahşap parke, güzel bir top, cam pota ve filesi olan çember... 

slalomdan çıktım ve topla birlikte yükseldim, kırmızı pelerinimle ya bir süpermendim ya da işten kaçmış bir nikah memuru. top panyadan sekti, çemberin her köşesini yaladıktan sonra sayı oldu. 3-c çılgına dönmüştü, tekrar parkurun başına dönünce kerem'in sınıf arkadaşları "oğluuum, baban smaç basıyordu" diye coştu, uzun zaman sonra duyduğum en güzel şeydi. caşua da gururlanmıştı ama beni de kimseyle paylaşmak istemiyordu. veli-öğrenci spor şenliği bizim zaferimizle bitti, çocukların enerjisi nükleerdi.

okuldan çıktıktan sonra, "baba, pideciye gidelim" dedi. gerçek bir baba-oğul-kutsal ruh günüydü ve liverpool ruhu bizimleydi. asla yalnız yürümeyecektik, o yüzden yeni arabamıza cümbür cemaat yürüdük. kutsal ruh arkaya oturdu, cam tavandan bulutları izlerken "at the end of a storm, there's a golden sky" diye mırıldandı, güneş ışıkları bulutların arasından sıyrılıp bize ulaştı. minimo artık eni konu büyümüş ve benim arkadaşım olmaya başlamıştı. ön koltukta, emniyet kemerini bağladı, dinlemek istediği müziği açtı ve akşam eve gidince de fifa atabileceğimizi söyledi. bana benziyordu, dediklerimi süzgecinden geçirip tekrar kullanıyordu. onu ellerimle yoğurmuş ve hamuruna kainat ile zamanı eklemiştim. 

banyodan sonra bir koltuğa sıkıştık; fifa'da o erken davranıp liverpool'u aldı, ben de bu küçük ölçekli halime baktım. ona 2008 yılı yıldız teknik bahar şenliği pes turnuvasında finale çıktığımı ve beni yenen adamın avrupa şampiyonu olduğunu söyledim. "baba yine iyi uydurdun" dedi.

2008'deki halim ise, yeni aldığı liverpool ceketinin yakalarını kaldırıp turnuvanın finalinde liverpool'u aldı. okulu uzatmıştı, parası azdı ama bir şekilde hallederdi.

17 Şubat 2025 Pazartesi

önce duman göründü

ivmem sıfırdı...

mesai okyanusunda sabit hızla seyir halindeydim ve bu sonsuz okyanusun tam olarak neresinde olduğunu bile bilmiyordum. gps verileri birbirini tutmuyordu, pusulam ise uzun zaman önce bozulmuştu. teknem kendi gövdemdi, o yüzden bir kenarından sarkıp derinlere bakmak zor olmadı. koltuğumdan hafifçe kaykıldım ve ahşap parkeye değil de zamanın koyu lacivertine bakarken hafif bir yanık kokusuyla kendime geldim. bir şeyler yanıyordu ve teknede yangın olabilecek en kötü senaryoydu. yanık kokusunun geldiği yeri buldum, çok ince bir duman sızıyordu. sanki bir cüce, ekranımın arkasında gizlice sigara içiyordu ve dumanı saklamayı başaramamıştı.

güneşli bir sabahtı, kış güneşi arsızca pencerelerden içeri saldırıyordu. uzak yoldan gelmiş olmasına rağmen dinçti, yorgunluk belirtisi göstermiyordu. samanyolu galaksisinin batı sarmal kolunun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşesindeydi ama bu dünya üzerinde yaşayan bir grup canlı için çok şey ifade ediyordu. 

masamda adım soyadım ve ne iş yaptığımın yazılı olduğu bir isimliğim vardı ve bu isimlik turuncu camdan bir küre ile taçlanmıştı. odak noktası kısa olan mükemmel bir küreydi ve kış güneşi bu küreden geçerken masamın üzerindeki bir noktaya odaklanıyordu. odaklandığı noktada kağıtlar vardı ve bu kağıtlar üç yüz milyon kilometre ötedeki kaynaktan gelen ışıkla tutuşmak üzereydi. dumanın sebebini öğrenmiştim. yazın binanın tepesinden geçen güneş, kışın daha yatay bir seyir izliyor ve sabahları pencereden içeri girerek bana suikast düzenlemeye çalışıyordu. mükemmel bir düzenekti, tetikçi çok uzaktaydı ve benimle kişisel husumetinin olmasına imkan yoktu. ben herkesi ısıtıyorum, herkesi besliyorum hakim bey derdi, aklanırdı. cam portakalı aldım, güneşle bir daha kavuşamayacağı bir köşeye koydum. bu buluşma için çok uzak yoldan gelen ışınlar artık portakala ulaşamayacak ve masamı yakmaya çalışamayacaktı. hikaye yarım kalmıştı...

mesai okyanusuna bir çapa attım, çapa bir balinanın sırtına takıldı ve o balina beni yedi denizlere götürdü, dünyanın ucundaki fenerin kıyısına bıraktı. içimdeki serüvenci, başımıza gelenlerden mutluydu. kırmızı gövdeli alüminyum teknem kuzey buz denizi için üretilmişti, güçlü bir gövdesi vardı ve buzdağlarının yanından geçip bir parça antik buz alırken bile bana güven verirdi. kristal bardağımla teknemden indim, hafiften çalkaladım ve deniz fenerine baktım. buzun içinde çok eski zamanlardan kalma ve ne ölü ne de diri olan bir şeyler olabilirdi. büyük bir yudum alıp dilimde beklettim, güneş ışığı kristal bardaktan geçip üzerimde ışıktan yollar çizdi fakat bu sefer duman çıkmadı. hava çok soğuktu, öfkeli bir boğa gibi dumanlar çıkarıyordum. bedenimin nerede olduğunu çok iyi biliyordum, parmaklarım klavyenin üzerinde aklımın hızına yetişmeye çalışıyor fakat bunda pek de başarılı olamıyordu. malt viskide, iskoçya'nın en soğuk günü şişelenmişti. buzun üzerinde yürüdüm, buz çatırdadı ve yeni yollar ortaya çıktı. donmuş bir devin üzerinde yürüyordum ve her adımımda damarları ortaya çıkıyordu sanki. yelken seyri için aldığım montun yakasını kaldırdım, viski bitince dönecektim. hangi yıla döneceğime ise son yudumda karar verecektim.

seyir defterimin sayfalarını karıştırdım, 2011 ve 2012 yılları detaylı işlenmişti; 2011'de izbe bir otelde kalıp deri mağazasının 3d çizimlerini yaptığım ve yavaşça delirdiğim günlere dönemezdim. 2011'i sevmiyordum, en kötü yılımdı. olacaklara engel olabilir miydim? yılın sonunu kayıpsız getirebilir miydim? yosun kokulu viski, yanağımın içini ateşe verdi. bir ejderhaydım artık ve soluğum buzullar için bir tehlikeydi. 2012'ye, henüz soğumamış küllerin üzerine de dönemezdim. yeniden takım elbise giyemez, kravat takamaz ve her şey yolundaymış gibi davranamazdım. 

her adımda ortaya çıkan yeni damarların üzerinden tekneye geri döndüm, 2025'in şubatına geri dönecektim. kış güneşi penceremden içeri girerken, ayılı tişörtüm ve sivil itaatsizliğimle haftayı bitirmeye çalışacaktım. buzul rüzgarlarıyla yelkeni ayarladım, parmak uçlarım donmak üzereydi ve gözlerimi kapattım.

seyir bittiğinde masamın başındaydım, cam portakalım güneşin değmediği bir köşede güvendeydi. kulaklığımda ludovico einaudi'nin elegy for the arctic'i çalıyordu. parmaklarım ısınmıştı, ayılı tişörtüm üzerimdeydi. zamanda birkaç saat de olsa ileri atlamanın tek yolunun, daima yazmak ve yazarken hayal kurmak olduğunu bir kez daha anlamıştım. 

pazartesi sabahının kasvetini ancak böyle dağıtacak ve mesai okyanusunda böyle hayatta kalacaktım.



8 Ocak 2025 Çarşamba

marzen koyu kralı ve kumarbaz

karidesli makarna yapmak için eve yürürken, öğle arası bira içeceğimi ve yeni bir koy keşfedeceğimi henüz bilmiyordum. plan basitti: buzluktan karidesi çıkarıp güneşte çözdürecek, o sırada makarnayı haşlayacak ve sosu hazırlayacaktım. odanın kalabalığından bunalıp kısa süreliğine ilçe halk kütüphanesine kaçtığım yağmurlu bir günde, rafta beni bekleyen anthony bourdain'in mutfak sırları beni biraz kışkırtmıştı. bir şeyler kesmek, pişirmek ve kafamı dağıtmak istiyordum. yağda kızaran karidesler, italya'dan değil de menzil cemaatinin mutfağından aşırmışım gibi bir türlü bitmeyen parmesan peynir, enli spagetti, tüm lezzeti kabuğunda diye soymadan böldüğüm domatesler benim eve gelmemi bekliyordu fakat son anda bir terslik oldu.

komşunun gece gündüz havlayan, itlikte ve serserilikte çift anadal yapan kurt köpeği yine tüm gücüyle havlamaya başlayınca onun çenesini çekmek istemedim. arabanın anahtarı ve araba da yanımdaydı, karidesler hemen çözülemeyebilirdi, domates var mıydı yok muydu tam emin değildim... bahaneler topraktan fışkırıp yüzünü güneşe dönen ayçiçekleri gibiydi ve biralara zam yapmayı unutan şaşkın bir tekel biliyordum. arabaya bindim, karideslerin yarısı sıcak bir makarnanın hasretiyle hayal kırıklığı yaşarken diğer yarısı da buzlukta da olsa hayattayız be abi diye teselli buldu. parmesan, zaten bitmeyip sadece eksileceği için pek umursamadı. bologna'da küçük bir dükkanda başlayan serüveni çığrından çıkmıştı, ara sıra raftaki diğer arkadaşlarını özlüyor ve onların ne cehenneme gittiğini merak ediyordu.

zamdan azade zamanzade zulkarneyn efendi gibi tekel büfeye girdim; iki 33'lük alıp deniz kenarına inecek ve bağırarak havlayan köpeklerden, sahtekarlardan, kurnazlardan ve havuzu büyüten müteahhitlerden kurtulacaktım. kadim yolumda gözüm kapalı bile giderdim, her virajı ezberlemiştim. inmesi kolay koylarda insanlar vardı, paçalarını sıyırmış ve ayaklarını suya sokmuşlardı. taşlaşmış bir balina gibi gözüken adanın etrafında birkaç tekne, suyun ışıltısı, denizin tuzu ve rüzgara hükmeden martılar ile olağan bir öğlendi ki tüm büyüsü de buradaydı. ejderhalar dağın öte yanındaydı, cüppeli büyücü ise patikada yitip gitmişti. ben ise oradaydım: çantamda iki tane marzen lager bira ile daha önce inmediğim bir koyun dik merdivenlerinde. ortalıkta kimse yoktu, suyun binlerce yıllık temasıyla yumuşamış ve köşelerini yitirmiş kayaya oturdum, orası artık marzen koyu'ydu ve isim babası bendim. biradan bir yudum aldım, dilimde beklettim, notaları bir senfoni gibiydi. kayaların rengi biranın etiketiyle, rüzgarlığım ise denizin lacivertiyle uyum içindeydi. beyaz çakılların üstünde rahattım, oysa çalışırken deri koltuğum sırtıma batıyordu, çivili tahta gibi geliyordu fakat ben adanmış bir keşiş değildim.

tutkularım da yoktu; sadece bahis yaparken oynadığım takım yenilirse, gol atamazsa, gol atar gibi yapıp son anda vazgeçerse, yenilse bile para kazanacakken berabere kalırsa sinirleniyordum. kaybetmenin hazzını yaşıyordum, kazandığım zaman ise sadece kazanmış oluyordum. akşama kadar inşaatta çalışıp yevmiyesini teri kurumadan almış bir kalıpçı gibi. kazanmanın bahse değer tarafı yoktu, gelen parayı da yine başka bir maçın 90 dakikalık lanetine yatırıyordun fakat kaybetmek... kaybedince şeytan bile başka yanıyordu, göğüs kafesinde hissediyordu sıcağı. birkaç gündür oynadığım her maçı, her olasılığı kaybediyor ve bundan tuhaf bir tat alıyordum. özyıkım sevdalısı yeraltıcılardan da değildim, sadece bir memurdum, emekliliğime çok vardı, başka bir iş yapmak istemiyordum, beklentilerim, arzularım ve detaylı planlarım da yanımda değildi. öğlen arası evde makarna yapmak yerine zam geldiğini fark etmeyen bir tekelcinin ikramıyla yuvarlanıp gidiyordum.

merdivenden inen ayak seslerini duydum ama kafamı çevirmedim, kimin geldiğini merak etmiyordum. o da beni umursamadan küçük koyun diğer tarafına yürüdü. yakasını kaldırdığı eski ve ağır bir pardösüsü vardı, ellerini cebinden çıkarıp avuçlarını güneşe tuttu. uzun sakalları ağarmıştı, gözleri çukurun dibinde yatan iki kara ayna gibiydi. ayaklarının ucunda sönümlenen dalgalara bakarak tüm okyanusu görüyordu sanki. bakışları denizin dibini ve insanın ruhunu tarıyordu. dönüp bana baktı, kaybetmenin hazzıyla mühürlenmiş öfkesini gördüm. "yarın gece" dedi, "son şansımızı kullanacak ve başaramazsak bir daha bu işe bulaşmayacağız". yalan söylediğini ikimiz de biliyorduk ama inanmış gibi yaptık. birayı içmiyor da dilimle emiyordum sanki, yarın gece liverpool maçı vardı ve dostoyevski, maç programına baktıktan sonra beni daha önce inmediğim bir koyda eliyle koymuş gibi bulmuştu. 

bu sefer olacağına inanan insanların yüzünde asılı kalan yarım gülümsemeyle denizi izledi; tutkusu yaşamından ve ölümünden de öteydi. kaybetmek onu keskinleştirmiş ve inancını güçlendirmişti. şansı eninde sonunda dönecek ve zararını çıkartacaktı. "senin için döndüm" dedi, "yarın gece maç var. aklını ve mantığını bir kenara bırak, sadece son şansının hakkını ver." 

tefecilerinin onu arasa bile bulamayacağı gizli bir koyda, öğlenimizi geçirdik. "yarın ne kadar sürer?" dedim ona, henüz filmi izlemediğinden hiçbir şey söylemedi. şef bıçağı gibi keskindi, dirilmemişti ama ölmemişti. kumarbazın ruhu huzur bulmak için dünyayı dolaşıyor ve ışığı arıyordu. işe dönmem gerekiyordu. onu da istediği yere bırakacaktım ama istediği yerde olduğunu, yarın geceye kadar burada duracağını söyledi. 

işe dönmeden önce esnaf lokantasında karnımı doyurdum, her şeyin tadı aynı geliyordu artık. notalar ölmüş, senfoni bitmişti. sıradan bir hayatın içinde küçük ateşlerimin şeytanıydım ve onları besliyordum. chimera da bendim, ateşin etrafında dolaşırken kaşlarını yakan kedi de. 

öğleden sonra bir projeyi kontrole gittim, müteahhit havuzu büyütmüştü ve fark etmeyeceğimi sanıyordu. her şeyi biliyordum, bir dağın yamacından uzaktaki denizin dibini görüyordum. donmuş karidesleri, zam yapmayan tekelciyi, yakası kalkık pardösüyü, neon lambalar gibi parlayan sahtekarları, acil serviste alnını diktirenleri, henüz öldüğünü fark etmeyip benim bu morgta ne işim var diyenleri, henüz doğmamışları, stajda daralanları, ısırgan otu toplayanları, yeminli mali müşavirleri ve tüm evreni. göremediğim tek şey yarınki liverpool maçıydı. akıl ve mantıkla değil demişti hayalet, son şansının hakkını ver sadece...

vereceğim diye fısıldadım, liverpool tişörtümü giyerek işe geldim. üzerinde "you'll never walk alone" yazıyordu ve aynadakini de sayarsam iki kişiydik, kehanetler tutmaya başlamıştı.



2 Ocak 2025 Perşembe

benzer ufuklar

yeni yıla büyük beklentilerle girmedim, gök ikiye ayrılıp bir mucize inse bile bunun bir koyun olup olmadığını öğrendikten sonra sıradan hayatıma geri dönerdim çünkü tüm mucizenin ve büyünün artık bakış açısında olduğuna inanıyorum. bir keresinde olimpos'ta, ahşap masanın üzerinde kendi halimde kahve içerken fincanın ağzında kocaman bir dağ görmüştüm. dağ fincana sığmıştı. dünyanın her yerinden gelmiş mutlu insanların arasında, bir portakal ağacının altındaydım ve sonsuza kadar orada kalabilirdim. 

belki de bu dileğimi binlerce yıl önce yelkeni büyü rüzgarıyla dolmuş bir geminin güvertesinde olimpos sahiline yaklaşırken dilemiştim ve tanrılardan birisi, artık o gün hangisi nöbetçiyse, dileğimi anında kabul etmişti. lapis taşından kadehime biraz daha şarap doldurup kaledeki gözcülere mavi ateşli bir meşale yakarak selam vermiştim. gözcüler de kaptan eudemos'un geldiğini birbirine fısıldamış ve yıldız ışığının altında parlayan miğferleriyle nöbetlerine devam etmişlerdi. eudemos'un yelkenlerini bağlayıp çapasını attığı gece, o zamanlar kimseler tarafından bilinmese de 31 aralık gecesiydi. isa henüz doğmamış ve tatsız olaylar yaşanmamıştı. deniz, lacivert kadifeden bir örtü gibiydi önümde serilmiş. sandala geçip sahile doğru kürek çekmiş ve gemime son kez bakarken "seneye görüşürüz" demiştim. bunu daha önce yapan olmamıştı, insanlar üzerinde denenmemişti, kulak kabartan nöbetçiler bile tek kelime bile duymamıştı. 

mavi meşaleyi sahile diktikten sonra eve yürümeye başlamıştım, yüzyıllar sonra bahçesinde ahşap masaların ve mutlu insanların olacağı pansiyonun bahçesi aslında benim evimin olduğu yerdi. yolumu yıldız ışığından bulmuş, kapı eşiğine çıkmışlara "mutlu seneler" diye haykırmıştım. herkes, kaptan eudemos'un gemiden sarhoş indiğine emin; çocuklar peşimden yürümüş, şifacılar merhem yapmaya devam etmiş, kentin meclis üyeleri de yine hiçbir yaraya derman olmadan saatlerce konuşmuştu. kentler yıkılıp yeniden kurulsa, tüm takvimler değişse de değişmeyen tek şey siyasi şehvetti. meclis üyelerinin önünden geçerken okkalı bir küfür savurmuştum. gölgelere saklanıp benim icabıma bir an önce bakılması gerektiğini dudaklarını kıpırdatmadan söylemişlerdi. ayyaş eudemos artık çok olmuştu, gemisi yakılmalı ve evi elinden alınmalıydı. 

    öleceğimi ve yeniden doğacağımı bildiğimden kimseden çekinmedim; bahçeme girdim 25 asır sonra kahvemden yansıyacak olan dağa baktım. karanlık bir dağdı, ayı arkasına saklamıştı o yüzden dağın gölgesi üzerime düşüyordu. ellerimle ördüğüm duvarların arasından geçip yatağıma uzandım, başım dönüyordu ve şarabı fazla kaçırmıştım. cılız bir ateş duvarın pürüzlerini ancak aydınlatıyordu. yeni yıla büyük beklentilerle girmedim, yeni yıla girdiğimi diğerlerinin hemen duymasını istemiyordum. önce itiraz ederler, eski köye yeni adet getiren elçinin kellesini almaya çalışırlardı. insanları pek sevmiyordum, o yüzden onları eski yılda bıraktım ve gözlerimi kapattım.

kalın taş duvarlar, yüzyılların sesini geçirmemiş. içerinin sıcaklığı sabit kalmış, başucumdaki kadehin şarabı uçmuş geriye sadece koyu mor izleri kalmış. kapıdan çıktığımda evimin bahçesinde bir sürü ahşap masa ve daha önce görmediğim tuhaf ama mutlu insanlar gördüm. saçım sakalım uzamış, bir süre sonra da uzamayı bırakmıştı. aralarında dolaştım, uzun bir masada bir sürü yiyecek vardı, sıranın sonuna girip beklemeye başladım. büyük parlak bir kazandan kaynar su akıyordu, tabağımızı alıp tıknaz bir adamın önünde bekleyince adam bize yumurta pişiriyordu. gülümsedim, hangi dilde konuştuklarını bilmiyordum, o yüzden kadim lisanı kullanmaya karar verdim. başımla omleti işaret ettim, onlardan birisi olmadığımı anlamalarını istemiyordum. itiraz edebilir ve bana zarar verebilirlerdi ama öyle bir halleri yoktu. fincana sıcak su döktükten sonra kahverengi bir toz ekliyorlardı, aynısını yaptım.

uzak bir köşeye geçip ilk yudumu aldıktan sonra fincanı masaya bıraktım. fincanın ağzında kocaman bir dağ vardı, dağ fincana sığmıştı. dağı çok önceden tanıyordum, eve geldiğim son gece onu görmüş gölgesini içime çekmiştim. içtiğim şey ise yeniydi, sevmiştim. uykumu açmıştı, geldiğim yoldan dönersem gemime ulaşacağımı düşündüm. yiyecekleri bitirdim, herkes ne yapıyorsa aynısını yaptıktan sonra da bahçe kapısından dışarı çıktım. yol aynı kalmıştı; çocuklar peşimden yürüdü, şifacılar güneşe yüzlerini döndü...




19 Aralık 2024 Perşembe

dört element haftası - çarşamba

dört element haftası, bundan 14 sene evvel aziz dostum willy'nin gelmesi ve likya bölgesinde sağa sola gitmemiz, giderken içmemiz, vardığımız yerde pes oynamamız ve ertesi gün hemen hemen aynı şeyleri yaparken hayatın balını kaymağını emmemiz üzerine şekillenmiş bir yazı dizisiydi. yanlış hatırlamıyorsam perşembeden başlamış ve pazara kadar sürmüştü. o zamanlar memur değildim, askerden geldikten sonra işe girmek için acele etmediğim hayatımın pek bir özgür dönemindeydim. aile efradı, okulu ve askerliği bitirdikten sonra işe girmem gerektiğinin bilincindeydi fakat ben bu bilinç düzeyinden götüm götüm kaçıyor, günü kurtarmaya çalışıyordum. bloga bunu yazmış olmasam, o günler oralara gittiğimi bile hatırlamayacaktım. fotoğraflar vardı ama hikayesi temize çekilmemişse eksik kalıyordu. nereden başlamıştık, nereye gitmiştik, dev örümcek hangi etapta karşımıza çıkmıştı bilemeyecektim. konu üzerine derin araştırma yapmak isteyen lisans öğrencileri, sol üstteki arama çubuğuna "dört element" yazabilir, olmaz ben direkt tek tık istiyorum diyen doktora öğrencileri için ahanda dev hizmet.

her neyse, willy geçen hafta yeniden geldi ve eskisi gibi geniş yaylalar bulamadığımız için çarşamba öğleden sonra ancak yola düşebildik. yıl sonu nedeniyle işlerim, imzalarım, onaylarım o kadar çoktu ki bu izni koparmam bile kolay olmadı. önceden kaş tarafına giden minibüs beklemiş ve minibüs hemen gelsin diye moleskine defterimi açıp bir şeyler yazmaya çalışmıştım, şimdi ise saat 12 gibi arabama atlayıp gazı kökledim. köklenen gaz "abi yakıt al, yoksa neyi kökleyeceğini biliyorsun" diye inledi. zaman, hatalı üretilmiş bir kum saatinin geniş oluğundan akan kum taneleri gibiydi. akşam geri dönecektim, orada kalamazdım, kerem-wan kenobi beni görmeden uyumaz, ortalığı dağıtır, telefonla arayıp o kırılgan sesiyle "baba ne zaman geliyorsun, seni çok özledim" derdi. o yüzden dört element haftası-kayıp nüshayı 6 saatte tamamlamalı ve tarihe not düşmeliydim. 

çıralı'ya, aralık güneşine göğsünü açmış sarı yapraklı ağaçların arasından ulaştım. sular yavaştan çağlamaya başlamış, nehirler yatağını hatırlamıştı. yol sakindi, forever young dinliyordum. üzerimdeki kapüşonluda ise tuhaf bir tesadüf vardı; dört element sembolleri işlenmişti üzerine: ateş, hava, su ve toprak. bu tesadüfün verdiği kudretle çıralı'ya ulaşmak çok zaman almadı. willy, arabasının içinde beni bekliyor ve beklerken zaman kaybetmemek için bira içiyordu. arabada henüz bir sıkıntı yoktu ama çok geçmeden olacaktı, dört elementin hava kısmını tecrübe edecektik.

biralarımızı marketten alıp chimera'nın kutsal ateşine doğru yola çıktık; buraya birlikte daha önce de gelmiştik, 2002'nin ekiminde. ikimizin saçları uzun, benim kulağımda küpe, üç dört hafta önce kafamı duvara geçirdiğim için alnımda dikiş izleri, üniversitenin ilk senesinden kalma bir sürü alttan ders, acaba okulu bırakıp yeniden sınava mı girsem, mimar mı olsam endişeleri, aşk meşkten kalan yara izleri, çok az para, ateşin başında başka ülkelerden gelen insanlar, analog bir fotoğraf makinesinin otuz altı pozluk hakkı...



chimera'dan olympos'a dönerken o uzun sahili kat etmiştik, paradise lost tişörtüm üzerimdeydi ve ne kadar çok yıldız olduğunu ilk o zaman görmüştük. 

2024'ün son günlerinde, bu sefer arabayla gidiyorduk kutsal ateşe. yürüsek yürürdük fakat zamanımız azdı. yolun başında bir otostopçu aldık, sonra otostopçumuz yolda arkadaşlarını gördü ve onları da aldı. köy dolmuşundan tek farkımız, baş aşağı duran bir horozun henüz bize denk gelmemiş olmasıydı. otostopçular sanırım vegandı, varana kadar avokado övdüler. adamın birisinin enfes avokadolar yetiştirdiğinden ve bunu yirmi liraya verdiğinden bahsettiler. makam şoförümüzün avokadolarından daha iyi miydi peki, bunu asla öğrenemeyeceğim. makam şoförünün avokadoları ne alaka diyen hazırlık öğrencileri, birkaç yazı önce bunlardan bahsetmiş olmam lazım. bu blogta olan hiçbir yazı bağımsız değil, bir puzzle'ın parçasıdır. her şeyin sonunda hepsi birleşecek ve tek bir hikayeye dönüşecek. bunun ne zaman olacağını henüz kestiremiyorum, yirmi iki sene önceki yolculuğun ikinci kısmını ancak yazıyorum.

otostopçu veganları yolda indirdik ve ateşe doğru kadim yolculuğumuza devam ettik. willy artık keldi, benim ise kısa saçlarıma nispeten aklar düşmüştü. kulağımdaki delik kapanmış, paradise lost tişörtüm sırra kadem basmıştı. o bölümü bırakmamış memur olmuştu, ben bölümü bırakıp başka bir şehirde başka bir bölümü bitirdikten sonra memur olmuştum. kader, alnımdaki dikiş izinden bile belirgindi.

chimera düzlüğüne arabayı park edip sırt çantamızda biralarla tırmanışa başladık. hava durgun ve ılıktı, bizden başka kimsecikler yoktu. yazın buraya, miğferdibi'nde elinde meşaleyle koşan uruk-hai gibi tırmananlar olurdu, her ateşin başında onlarca kişi, bitmek bilmeyen uğultu, gürültü... biz ise haftanın ortasında ufak bir boşluk yaratmıştık. diğerleri okullarda, işlerde, sürekli bir şey alıp sattıkları için noterlerde ve dinlenme tesislerindeydi. koşuşturmaları bitmiyordu, yetiştirmeleri de. patika eskiden daha uzundu sanki, kısa sürede vardık. ateş ocaklarını tepeden gören bir ağaç altına yerleştik, iki üç kedi ateşin kadim koruyucuları gibi dolaşıyordu. bir kedi, cılız yanan ateşi fark etmediğinden kaşlarını bile yakmıştı. biranın açılma sesine koşarak geldiler, yiyecek bir şey var zannettiler ama yiyecekler çok aşağıda kalmıştı. biz birkaç bira içip dönecektik. 



öyle de oldu, yürümek istediğim bir patika daha vardı maden koyu'na doğru giden. daha önceden defalarca yürümüş, deniz içinde birbirine yakın duran iki kayayı "two brothers island" olarak literatüre katmıştım. bir keresinde de hava aşırı sıcakken yolun yarısında tüm suları tüketmiş, grubun yaşlı ve güçsüz olanları yüzünden en yakın koya tekne çağırarak kurtulmuştuk. yürüsem yürürdüm ama bir gruba dahil olunca en zayıfı normları belirliyor. kimseyi geride bırakamaz, kimsenin de önünde gidemezsin. 

chimera'dan indik, biraların kalanını maden koyu patikasında içecektik. yıkılmış ağaçların, parlayan taşların ve mercan rengi çiçeklerin yanından yürümeye devam ettik. sonu olimpos'ta biten uzun sahili tepeden görüyorduk, koca ağaçlar brokoli gibiydi yine. ne ölü ne de diriydiler, uzun zamandır yaprakları yoktu ama yok da olmamışlardı. schrödinger'in ağaçları ölüme, yaşama ve sonsuzluğa dair kadim lisanda şarkılarını söylüyorlardı. eski ve daha eski günlerdeki gibi biralarımızla, göğün altında manzarayı izledik. 2010'daki dört element haftasından sonra neler neler olmuştu, insan her günü aynı zannederken bir bakıyor ki hayatlar kurulmuş, yıkılmış ve bu tekrar tekrar gerçekleşmiş. willy evlendi, boşandı, üstesinden geldi ve yollara düştü. çalıştığı yeri değiştirdi. kurum, durum ve oturum sürekli devinim halindeydi. ben nispeten daha statiktim, artık pek bir yerlere gitmiyor ve aynı kurumun aynı odasında, bir pencere kenarında gündüz düşleri ve çıplak gerçeklik arasında denge kurmaya çalışıyordum. benim yolum da buydu belki de. okyanusları hiçbir zaman göremeyecek, tekne sahibi olamayacak ya da gümüş detayları olan kara bir motosiklet ile batıya süremeyecektim. yaptıklarım kadar yapamadıklarım, seçtiklerim kadar seçemediklerim de yolumun bir parçasıydı. kendimle daha barışıktım eskisine nazaran, suçlamayı bırakmıştım, elimden geleni yapıyor ve eldekilerin ne olduğunu biliyordum. oğlum, beni hayata ve kainata bağlayan çapaydı. aramızdaki bağ sanki milyar yıllık galaksilerden dünyamıza ulaşmış yıldız ışıkları kadar eskiydi. 

çıralı sırtlarından tekrar sahile indik, deniz kenarına yürürken kumların üzerinde terk edilmiş ve artık çok eskimiş kırmızı deniz bisikletini tekrar gördüm. kardeşimle geçirdiğim son gün, o deniz bisikletinin üzerindeydi. tüm aile sığmıştık oraya, pedal çevirmiş, gülmüş ve coşmuştuk. benim puslu kıtalar atlasım, en uzak sahilim, galaksi rehberim tam orasıydı. her şey orada olup bitmişti ve yeniden başlamıştı. o top sahasında, kardeşimle ve yıllar sonra oğlumla penaltı çekişmiştik. orada araba sürmeyi öğrenmiş, çifte gökkuşağını görmüş ve pembe bir akşam üstünü sarhoş karşılamıştım.


kıyıya çekilmiş teknelerin ve uzak diyarlardan gelen karavanların arasından yürümeye devam ettik; tekne gövdelerinin boyaları soyut tablolar gibi görünüyordu. kuru dallara konan kuşlar kendi aralarında günün muhasebesini yapıyordu. kum saatinin üst kısımda kalan kumları iyice azalmıştı, birazdan ben eve dönecektim, willy ise tuhaf pansiyonunda kalmaya devam edecekti. son bir kahve içelim dedim, karanlığın koyu yorganı çıralı'nın üzerini örtmeye başlamıştı. kahvecide sadece biz vardık, kış vakti nasıl da güzeldi her taraf. lacivert bir gecenin içinde tek tük parlayan yıldızlar, sıcak sarı ışıklar, ormandan esen rüzgarlar...

arabayı park ederken, dört element döngüsünü tamamladık. ateşi görmüştük, su boyunca ilerlemiştik, toprakları aşmıştık patikaları takip edip ve şimdi de arabanın lastiğini patlatmıştık. bordürün köşesine sertçe giren willy, citroen'in ön lastiğini yarmıştı. yedek lastikte hava yoktu, en yakın lastikçi başka bir ilçedeydi ve o akşam gelmesi imkansızdı. 2007 yılında, izmir'de güzel bir kız görüp arabanın içinde maymunlar gibi alkışladıktan yaklaşık yarım dakika sonra lastiği patlatmış ve bunun tanrının bir uyarısı olduğunu düşünmüştük ama gençlik işte, ibret almayı bilseydik böyle olmazdı. hatalarımızdan ders almayı bile bütünlemelere bıraktık.

arabayı zar zor kenara çektik, bereket marketin kasiyeri priapos sağolsun bize lastikçinin numarasını verdi, arabanın başına bir şey gelmez abi dedi. çıralı'nın tanrıları kışın ufak tefek işler yapardı, parasında da değillerdi sadece boş durmak onları sıkardı.

benim arabama doğru yürüdük, eşyalarımızı aldık, pansiyona doğru yola koyulduk. pansiyonu sanırım bir kedi işletiyordu, insana dair bir iz yoktu. odanın kapısında anahtar asılıydı, içerisi de willy'nin sabah çıkarken bıraktığı gibiydi. pansiyonun sahibi belki de işletmesi gereken bir pansiyon olduğunu unutmuştu, ertesi sabah hatırlayacaktı. gecenin karanlığında farlarımı açtım ve eve dönerken yolda "one of us" dinledim. bunu siena'da yağmurlu bir günde küçük bir dükkanda şemsiye alırken duymuştum en son, müzik yine zamanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş çakıl taşları gibiydi. taşları takip ederek eve vardım. bağımsız gözlemcilere göre yedi saat, bana göre ise yirmi iki yıl sürmüştü o öğleden sonra. dört element haftası-salı kim bilir ne zaman olacaktı, bir yirmi iki yılımız bile kalmamış olabilirdi, her şey imkan dahilinde ve plan haricindeydi...

12 Kasım 2024 Salı

yan yanaydık

bundan neredeyse yirmi sene önce, aynı anda aynı yerde olmak üzerine bir şeyler yazmış ve bunu satma imkanı bulamadan kaybetmiştim. hikayede, 22 yaşında bir mimarlık öğrencisi, arkadaşının evinde sabahlayıp projesini yola koyduktan sonra kaldığı yurda dönerken istiklal caddesi'nde dünyayı gezen bir turist ile yan yana geliyordu. dünyayı gezen sırt çantalıda, kendini gerçekleştirmiş olmanın, piramidin zirvesini görmenin ışıltısı vardı. proje için sabahlayanda ise kör kuyular gibi bir yorgunluk. ayağını kaldıracak gücü bile kalmamış sabahladığı için, adımlarını sürüyerek yatağına doğru gidiyordu. sabahın erken saatlerinde istiklal caddesi nispeten boştu ve çok uzaktan bakıldığında, gezgin ile öğrenci tam olarak aynı anda ve aynı noktada görülüyordu. yorgunluktan bayılmak üzere olan öğrenci, tomtom sokağı'na sapıp yurduna girdi. dünya'yı gezen ise dinç adımlarla yola devam etti. yan yana oldukları kısacık sekans, aklımda yer etmiş olsa gerek şimdi hiçbir kopyası olmayan bu hikayeciği yazmıştım. başlığı ise "yan yanaydık" idi. bundan eminim. oradaki öğrenci bendim, istiklal caddesi üzerinde bir yurtta kalıyor ve bir gün eve çıkmanın ve dünyayı gezmenin hayalini kuruyordum fakat okulun bitmesine daha vardı. uzatmalarıyla, düzeltmeleriyle ve oynanmayan süresiyle neredeyse 3-4 sene daha isterdi. gezgini ise hatırlamıyorum, rastalı genç bir kadın mıydı yoksa orta yaşlı ve yuvarlak gözlüklü bir adam mı bilmiyorum. belki de dünyayı gezmeyi bırakmış, şu an güneşli bir kasım sabahında ofisinin penceresinden dışarıya bakıp kahvesini yudumluyor ve eski günlerini düşünüyordur. benim onu gördüğüm günün akşamı ölmüş olması bile ihtimal dahilinde. ailesi yurt dışından gelmiş ve çocuklarının cenazesiyle dönmüşlerdir birkaç gün sonra. alp dağlarını gören bir mezarlıkta, soğuk bir taşın altında yatıyor olabilir tam şu an. birisinin nerede olduğunu merak edip bakmadığımız sürece, herkes her yerdedir. fazla merak iyi değildir, bırakalım insanlar özgürce dolaşsın. 

20 sene sonra... 9 kasım 2024 cumartesi...

evden çıkıp limana yürüyorum, saat tam 10:00'da limandaki balıkçı barınağında demişlerdi. genelde öğlenleri gidip teknelere bakarken bir kahve içtiğim, hayaller kurduğum yerde bu sefer Fatih Aksu da olacak. beş yıl süren yelkenliyle dünya turunu birkaç ay önce tamamladı ve bu serüvenin her safhasına tanık oldum. bazı sabahlar kahvaltı ederken, bazı öğlenler mavi göğün altında, bazı geceler yatağımda uykuya dalmadan hemen önce. fatih kaptan'la yedi denizleri aştım, tropik adaların etrafına demirledim, fırtına yaklaşırken tedirginlik hissettim, bazı geceler yıldızların evim olduğunu ve oradan geldiğimi düşündüm. iyi insanların ayrı bir millet olduğunu ve bu milletin dünyanın her yerine ve her zamanına yayıldığını anladım. karşılık beklemeden yardım edenler, gülümseyenler, iyi niyeti gözlerinin içinden belli olanlar. pasifik seyrini, hint okyanusunu, güney amerikayı, kolombiya yat kulübünü, bozulan otopilotu, çeşitli ölçekteki sorunları, bunların çözümlerini, cesareti ve serüven duygusunu sanki bir jules verne kitabında ya da sadun boro'nun pupa yelken'indeymiş gibi yaşadım. şimdi de fatih aksu, dünya turunu tamamladıktan sonra antalya'ya bir kongre için gelmiş, ertesi gün de yaşadığım yerde bir çay molası için duracağını instagram'dan söylemişti. 

tam vaktinde oradaydım, masanın başında fatih aksu vardı. gülümseyerek yaklaştım, o da yerinden kalktı ve el sıkıştık. verdiği ilham için çok teşekkür edip, kendisinin videolarını şu an tam oturduğu yerde oturup yıllardır izlediğimi söyledim. birleştirilmiş iki mavi masa etrafında bir grup insan oturduk, hayranlıkla dinledik. sanki 10 metrelik teknesinde bizi de götürmüştü, kendisinin bile hatırlamadığı şeyleri sanki oradaymış gibi anlatanlar oldu. kaptan, bu kadar sevildiğine ve takip edildiğine şaşırdı, mutlu oldu ve kendini gerçekleştiren insanlardaki parıltıyla çayını içti. çok az insanda vardı bu ışıltı, ne için dünyaya geldiğini fark edip bunu ne pahasına olursa olsun yapanlarda ve bunu sadece kendisi için gerçekleştirenlerde olurdu. milyonda birdi, bahaneleri ya da ertelemeleri olmazdı. vakit geldi mi, sanki galaktik bir saatin tiktaklarıyla harekete geçerler ve durmazlardı. dağları aşar, okyanusları devirir, gidilemez denen yerlere gider, yenilemez denen canavarları yenerlerdi ve eve geri dönerlerken değiştiklerini, eskisi gibi olmadıklarını bilirlerdi. yol öğretirdi, yolu ise yoldayken öğrenirlerdi. 

fatih kaptan'la aynı anda aynı yerdeydik; ben son beş senedir aynı odanın aynı pencere kenarındaydım; o ise tüm dünyayı on metrelik blue horizon'uyla dolaşmıştı. ufak bir sahil kasabasında, ev ile işim arasındaki 350 metrelik yolda mekik dokuyordum, o ise pasifik'te haftalarca yalnız başına kalmış ve yıldızların ve güneşin altında sürekli ilerlemişti.

fotoğraf çekmeyi severim ama çektirmeyi hiç sevmem fakat bu sefer rica ettim; ne iş yaptığımı sordu. belediyede mimar olduğumu söyledim. çok güzel dedi, yelken kulübüyle mutlaka temasa geçmemi ve resmi kurumların desteğinin çok önemli olduğunu söyledi. kendisi dünya turuna çıkmadan ve belki de yelkenlisini almadan önce, bir yelken kulübü projesi çizmiştim. rüzgara kanat açmış bir martı gibiydi fakat siyasi iklim, karar alıcıların basiretsizliği yüzünden hayata geçmemişti. oğlumun da kendisini izlediğini ve çok sevdiğini ekledim. mutlaka ama mutlaka optimist'e başlamasını, yelkeni erken yaşta öğrenmesini söyledi. tanıştığımıza memnun oldum onur dedi, ben de öyle fatih abi dedim. bir masal kahramanıyla, asırlar öncesinden gelen mitolojik bir tanrıyla, olimpos'un binlerce yıl öncesinde yelken açan kaptan eudemos'uyla görüşmüş gibiydim. tüyler diken, gözler hafiften nemli. bir kitap yazmak için eve kapanacağını, mayıs sonuna kadar yazması gerektiğini söyledi ve ege'ye doğru yola devam etti. gerçekti, kendisini gerçekleştirmişti ve hayatın kadim takviminde izlerini silinmeyecek şekilde bırakmıştı.

cumartesi sabahı fatih aksu'yla yan yanaydık; o yola devam etti ben ise deniz kenarında biraz yürüyüp eve geri döndüm.


31 Ekim 2024 Perşembe

mutlu gün

theo angelopoulos'un sonsuzluk ve bir gün'ü, filmi izlemeye başlamadan önce içimde yeşermeye başlamıştı. gelecekte olacak olan ve hayatımın geri kalanında etkisini devam ettirecek şeyin kipi nedir acaba, future perfect tense mi? baktım da varmış böyle bir şey, cümle içinde kullanalım:

"yirmi sene sonra şimdi gibi artık bu saçma sapan yerden ve işlerden kurtulmuş olacağım fakat yaşım da 62 olacak. 62 ile ne yapılır, tavşan mı?"

sonsuzluk ve bir gün'ün önce müziğini dinledim, sonra ufak tefek kesitleri önüme düşmeye başladı, başı ve sonu olmayan alıntıları ilgimi çekti, sisli bir yolda izlerini takip ettim ama izlemek ancak birkaç sene önce gerçekleşti. geç oldu diyemem ama erken de değildi. filmi bitirdikten sonra bunun ömürlük bir yol arkadaşlığı olduğunu biliyordum; her izlediğimde yeni bir şeyler keşfedeceğimi, başka bakış açılarıyla yeni bir film izleyeceğimi, bu açıların yaşlandıkça evrileceğini, olgunlaşacağını, diyaframımın açılacağını... eleni karaindrou'nun by the sea parçasındaki piyano ritmini sanki bir kış ormanında ısıtmayan güneşe baktığım o öğleden sonrası gibi sonsuza dek ruhumda duyacağımı adım gibi biliyordum. 

bu sabah, filmin senaristi petros markaris'in filmin senaryo ve çekim sürecini anlattığı sonsuzluk ve bir günlük'ü bitirdim. her gün yarım saat ve sadece sabahları okuyordum. kerem'i servise 07:55'te bırakıyor, eve geri çıkıyor ve işe de 08:25'te gidiyordum ki yere dökülen soğanları 08:26 civarında toplayabileyim diye. soğanları toplamak bana iyi gelmişti, sanki ilk defa işe yarıyormuşum gibi hissetmiştim. 

filmin senaryo süreci 1996 yazı gibi başlıyordu, benim kız kaçıran patronum dükkana gelmediği için akşama kadar boş boş beklediğim o kutsal yazda yani. kızın babası gün aşırı geliyor ve cep telefonunun pek kimseler tarafından bilinmediği günlerde kızını kaçıran şerefsizi elle arıyordu. kız gönüllü kaçmıştı, çünkü anası babası benim patronu çulsuz olduğu için kızlarına layık görmemişler ve genç çiftimize başka çare bırakmamışlardı. petros ile theo, senaryoyu oluşturmak için saatlerce telefonda konuşup adım adım ilerler ve bazen ilk adıma geri dönerken, ben de ufak bir yazıhanede akşamı zor ediyordum. önceden günler ve mevsimler çok uzundu, haftalar bitmek bilmiyordu. cumartesi öğlene kadar çalışıyor ve patronun babasının gelip haftalığımı vermesini bekliyordum. haftalığımı alıp eve gururla yürürken, o sırada 62 yaşlarında olan theo angelopoulos da filmi için tüm ruhunu veriyordu.

demek ki, 62'den sadece tavşan yapılmıyormuş. hiçbir şey için ne geç ne de erkenmiş, olması gerekenler tam zamanında olurmuş. theo, bana bunu güneşli geçen bir ekimin son gününde, 2024 yılında bile öğretmeye devam ediyor. 

içimde sürekli bu filmle yaşıyor, gittiğim yerlere onu da götürüyorum. salı günü çıralı sahilindeydik. çocuklar yine taşlarla oynuyor ve yaşlılar da güneşten besleniyordu. hemen önümde seksen yaşlarında bir kadın, sararmış bir kitap okuyordu. kitap en az otuz senelik olmalıydı, belki de 1996 yazında almış ve bir gün okurum diye diye o günü beklemişti. kısa gümüş saçları olan kadını ursula k. le guin'e benzettiğimden kitabı da yerdeniz büyücüsü olarak gördüm. Bir teoriye göre de kadın kitabı 22 yaşındayken almış fakat bir türlü bitirememişti. 

soğuk birayı, termos bardağıma doldurup üzerinde de iki parmak köpük bıraktım. altın saçlı çocuklar taş kuleler yapıyorlardı, denize girenler bile vardı. o sırada adı çıralı olan bir tekne yaklaşık elli metre açıktan geçiyordu, teknenin üst katında 5-6 tane genç kadın, bee gees’in stayin alive’ı eşliğinde dans ediyordu. Güneşin altında, denizin üstünde sanki çok uzak bir gelecekten tek günlüğüne gelmiş de akşam döneceklermiş gibi bir tutkuyla hoplayıp zıplıyorlardı. Tek bir anda, 80 yaşında yaşlı bir kadın, 41 ile 42 arasında bir yerde bira içip etrafı izleyen bir adam, 20’li yaşlarında tekne turunda hayatın tadını çıkaran bir grup kız, 9 yaşındaki kerem vardı. Yaşlı kadın kitabını kapattı, çantasını toplayıp Olympos tarafına yürüdü. Tekne gözden uzaklaşıp kayboldu. Ben kalkıp denize koştum. Kerem ise mayosunu getirmediğimiz için küsüp arkasını döndü.

Mutlu gün, daha önce olduğu ve sonra da olacağı gibi; yaşanıp biteceği ya da henüz yaşanmadığı gibi kendi kanunlarıyla var oldu ve yok oldu...


23 Ekim 2024 Çarşamba

soğanlar ve avokadolar

işe yine geç kalacaktım, saat 08:26'yı gösteriyordu ve evden henüz çıkmıştım. her gün yaylana sallana yürüyor ve kredi kartı büyüklüğündeki personel kartını, girişteki dijital ekrana hep birkaç dakika geç basıyordum. kartı basarken fotoğrafımı da çekmeye çalışıyordu dijital bekçi ama kadrajına girmiyordum. sadece uzak bir köşeden kolumu uzatıyordum. ben bir hayalettim belki de, kimse benim kart basarken çekilmiş tek bir fotoğrafımı bilmiyordu...

bugünkü blog yazım başka bir güne gitmeden, geçmişten gelen zaman ayarlı mızraklara yakalanmadan ve gelecekten tek kelime bile bahsetmeden sadece dünü anlatacak. 

saat 08:26'yı gösteriyordu, ev ile iş arası yürüyerek en fazla beş dakikaydı. ekimin sonuna yaklaşırken ortalıkta yine bulut namına tek beyazlık yoktu. nem azaldığından görüntüler netleşmişti sadece, gelidonya adalarını onlara bakmadan bile görebiliyordum. tarım kredi'nin önünden geçerken, reyona haddinden fazla yığılan soğanlar teker teker dökülmeye başladı. ilk soğanın özgürlüğe kavuştuğunu sanan diğer soğanlar arkadaşlarının peşinden tereddüt etmeden atlıyordu. reyondan kaldırıma, kaldırımdan yola inip mutlu atomlar gibi sağa sola saçılan soğanları ise marketteki hemen her işe koşan çocuk toplamaya çalışıyordu. parmakları sanki kırılmış gibiydi, eklem rahatsızlığı vardı ama tıbbiyeli olmadığımdan teşhis koyamadım. doktorların işini doktorlara bırakmak lazım ben sadece yola dökülen soğanları topladım. soğanların üzerinden atlayıp gitmek olmazdı. yola düşen özgürlük savaşçılarını tekrar reyona koydum. sabah patates-soğan dizen, öğlene doğru kasaya geçen, akşam üstü de içerdeki rafları tekrar dolduran çocuğa kolay gelsin dedim. sağol abi dedi. artık abiyim, arkadaşlarımın çocukları amca bile diyor. hayat acı tebessümler bırakıyor bazen, abi ve amca he mi? olur tabii, sakıncası yok. 

makam şoföründen beş avokado alıp yüz elli kağıt verecekmişim, bana gelen talimat bu yöndeydi. ek iş olarak ya avokado satıyor ya da resmi araba sürüyor, insanların ne iş yaptığını çok da merak etmem. giriş kapısında onu gördüm, para hazır malı göreyim dedim. iki uyuşturucu taciri gibi gizli gizli konuştuk. mal bagajda dedi, ona yüz elli kağıt verdim. parayı hazırlamıştım, bir ara para çekmeye de gitmeliyim diye düşündüm. her şeyi kartla ödediğim için cüzdanımdaki paralar küflenmeye başlamıştı. sadece okeyde yenildiğim zaman kahveciye nakit ödüyordum ve iki haftadır bileğimiz bükülmüyordu. bir daha kazanamayacağımı düşünenleri yanıltmak hoşuma gidiyordu. yüz elli kağıda altı avokado verdi, bir tanesi de ikrammış. avokadolar iriydi ama daha olgunlaşmamıştı. karanlık bir yerde elmanın yanına koy dedi. karanlık vardı ama elma yoktu, elmayı dönerken marketten alırım artık dedim. avokadolarla masama geldim, çekmeceye koydum. öğlen eve giderken götürecektim. gitmişken bir de napoliten soslu makarna yapardım. geçtiğimiz haftalarda bu makarna boşa gitmez deyip yanına bir kadeh şarap koyduğum için italya'dan getirdiğim şaraplar bitmişti. toscana bölgesinden elimde bir şey kalmamıştı. 

öğlene kadar yine abuk subuk işler peşinde koştum, yerden soğan toplamak bütün bu işlerden daha faydalıydı. artık proje, inşaat, müteahhit görmek istemiyordum. taa burama kadar gelmiş, taa buramın yukarısına da taşmıştı. beş evi olan on ev istiyordu, herkes birbirini şikayet ediyordu, bahçe duvarı yüzünden kardeşinin boğazına çökenler, babasının ölmesini bekleyenler derken artık zıvanadan çıkmıştı bir çok şey. biraz daha dayan bandini dedim, sabret çocuğum. hikayeciklerimi satın alacak birkaç insan vardı belki ama hayat gerçekten pahalıydı, şimdi değil dedim. 

üç adet karslı beden öğretmeni, bir adet amasyalı makine mühendisi ve bendenizden mütevellit "mekkeli müşrikler"  grubu, öğleden sonra iki ağacın altında bira mı içsek diye bir önergeyle geldi. haftanın ancak üç günü okula giden bedencilerin salı çarşambası boşmuş, makina mühendisi de ben fabrikadan kaçarım sonra dönerim dedi. ben ise hastaneye gideceğim için belki dönüşte diye açık kapı bıraktım. kuduz karabaşlar rahat durmuyordu, birbirlerini tetikliyorlardı. karslı bedenciler zihnimin bana oynadığı bir oyun gibiydi ama birkaç yerden teyit ettirip bunların gerçekten de var olduğuna emin olmuştum. yetmezmiş gibi aynı grupla, her cuma gecesi limandaki çay bahçesinde hesabına ve birasına okey oynuyorduk. cuma geceleri okey oynayacağımı ve sonra deniz gören bir terasta ganimet birası içeceğimi düşünmezdim ama hayat işte, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlermiş. john lennon öyle söylemişse doğrudur.

öğleden sonra işten birkaç saatliğine izin alıp hastaneye gittik, daha önce motorla defalarca geçtiğim manzaralı bir yoldu. her koyda denize giren insanlar vardı, belli ki su hala sıcak ve taşlar kumpir kıvamındaydı. bebekler bile suyun içindeydi. mavi göğün altında bir sürü insan, kimi denizde, kimi yolda, kimi acilde, kimi yoğun bakımda, kimi daha sabah gömülmüş, kimi anasının karnında yarın doğacak. yazılmayı bekleyen bir sürü hikaye, temize çekmeye bile tek ömür yetmez.

hastanede işimiz bitti, öğleden sonraydı, açıkta bir yelkenli aheste ilerliyordu. bir yere varmak umrunda değildi sanki, güneşin altında parlıyordu. belki dalıştan geliyorlardı, henüz kimsenin bilmediği bir batık keşfetmişler ve gün boyu yorulduktan sonra deniz suyuyla marine edilmiş napoliten soslu makarna yiyorlardı. onların toscana'dan aldıkları şaraplar bitmemişti.

yol kenarındaki iki ağacın altında ise üç kişi vardı, kamp sandalyelerini atmış ve sırtlarını güneşe dönmüşlerdi. güneşli pazartesiler filminin düşük bütçeyle yeniden çekilmiş hali gibilerdi. arabayı sağa çektim, pencereden hurdacı gibi son sesimle bağırdım "alırım dedim mi alırım, hurdacııııı" diye. ikişer bira devirmişlerdi, karabaşlar güneşleniyordu. gel beraber olsun dediler, işe dönmem gerekiyordu. o zaman akşam okey diye bir kanun teklifiyle daha geldiler. karslı tacirler bu işte gerçekten iyiler. onlara okeye geleceğimi söyleyip yola devam ettim. 

birkaç saat sonra, birbirine yanaşmış yelkenlileri gören bir masada sayıların ve renklerin büyülü dünyasına girmiştim. 1'den 13'e kadar sayılar, dilimlenmiş ve her parseline kürdan saplanmış tost, şişe ayran, tatlı tatlı esen ekim rüzgarları derken bir gün daha bitmeye yaklaşmıştı. soğan toplayarak başladığım 22 ekim 2024, taş toplayarak finali yaptı. yine kazandık, cüzdandaki nakit biraz daha küflenmeye devam etti. 

mekkeli müşrikler bir günü daha devirip evlere dağıldı.

16 Ekim 2024 Çarşamba

pandomimciler

kulaklığın ikisini takıp müziği de kökleyince, odadaki herkes pandomimcilere döndü: 

"your lips move but i can't hear what you're saying"

kolları hararetle hareket ediyor, bazen aniden delirmiş gibi gülümsüyorlar, gözlerinde o deliliğe ait parıltıyı görüyorum ama david gilmour beni bırakmamak için fender'inin teline daha da asılıyor. müzik, içimde yeşeriyor, birkaç sene önce görmeye gittiğimde 1728 yaşında olan aslan ardıç gibi görkemli bir ağaca dönüşüyor. avucumu ağacın gövdesini dayamıştım, o zamandan beri belki de ölümsüzüm ya da ağaç ölmeye başladı bilemiyorum. pandomimcilerin bazılarının kollarında bilezikler var, ganimet yarıştırıyorlar, maaşlarının bir kısmıyla altın bilezik alıp kılıç gibi şakırdatıyorlar. belki de bunların savaşı da budur, cepheler her zaman çeşitlenir ve bitmez. bir şeyleri karara bağlamak istiyorlar ama imkansız, en az anlaşan insanlar aynı dili konuşanlardan çıkar. 

italya'da bir mola yerinde yaşlı bir adamla aynı kuyruktaydık ama kuyruk çizgisel değildi, sanki tanrısal bir değnekle parçalanmış gibiydi. adam bilmediğim bir dilde konuşarak bana yer vermeye çalıştı, ben de onun bilmediği bir dilde sıranın kendisinde olduğunu anlattım ve birbirimizi hece hece anladık. çünkü her şey anlama çabasında saklıydı ve bu çaba, zaman, mekan, dil ve yaş farkı tanımazdı. adamın yüzünü hatırlamıyorum ama tek kelimesini anlamadığım bir konuşmanın nasıl da işleri çözdüğüne şaşırmıştım. 

"bu dünyada sihir diye bir şey varsa bu, birini anlamak, bir şeyi paylaşmak çabası olmalı."

izlediklerim, okuduklarım ve dinlediklerim; sahilde taşlarla oynayan çocuğun elinde dolanıp duruyor. eternity and a day'den before sunrise'e, içimde bir yerde kapanmayan sinema salonu var. koltukları vişne çürüğü renginde, kolçakları ahşap ama çok rahat. görüntü bazen titriyor, makinist kafasına göre kesip biçiyor ve alexandros gibi mırıldanıp duruyorum "ve hayat narindir..." diye.

pandomimciler odada dolanmaya devam ediyor, bileziklerine rağmen mutsuz olanlar var. yeni dişleri henüz takılmadığı için avurtları çökmüş ve otuz yıl birden yaşlanmış haritacı iki koluyla adeta bilmediğim bir yörenin oyununu oynuyor. sandalyesinden kalkıyor, bir şeyleri kanıtlamaya çalışıyor, sakinleşince oturuyor. poposuyla oturak arasında manyetik bir alan var sanki, adamcağız bir türlü layıkıyla oturamadan derdini anlatmak için tekrar zıplıyor.

derdini duymuyorum, müzik "one of us" ile devam ediyor. aziz dostum willy ile üniversitenin ilk yıllarında fazlasıyla dinlediğimden müteakip yıllarda pek tercih etmediğim bir şarkıydı, tekrar karşılaşmak yağmurlu bir siena öğleden sonrasını buldu. yağmur artacak gibiydi, dar sokaklarda altına sığınacağım bir saçak yoktu. kadınlar ve çocuklar otobüste kalmıştı, ben ise ufacık bir dükkana şemsiye almak için girdim. radyo açıktı, gözlerinin içi gülen yaşlı bir kadın vardı tezgahta ve eski dükkanın taş duvarlarında "what if god was one of us" yankılanıyordu.

tanrı yüksek ihtimalle o kadındı. huzuru siena'nın taş ve tuğla sokaklarında bulmuş, sadece yağmurda ortaya çıkarak uygun fiyatlı şemsiye satmaya başlamıştı. şemsiyeyi alıp palio meydanı'na doğru devam ettim, zamanı durdurmayı başarmışlardı. başka bir hayatta da gelip gelmediğimi, geldiysem şarabı nerede içtiğimi merak ederken yağmur şiddetlendi. her mahallenin kendine ait bir sembolü ve kadim bir rekabeti vardı, geri dönerken kaybolacağıma emindim ama tolkien'in dizelerini hatırladım:

"all that is gold does not glitter, 
not all those who wander are lost"

şu an pencere kenarındaki ahşap masamda, çapası paslanmış eski bir gemi gibi demirlemiş duruyorum. pandomimcilerde vardiya değişikliği oldu, yenileri geldi. birisi bir kutu lokum getirmiş, hepsi yanaklarını doldura doldura yedi. lokum dişlerine damaklarına yapışacak ve aşırı şeker onları kısa süreliğine mutlu edecek. tüm masalar evrak dolu, bazıları önemli olsa gerek fosforlu kalemlerle altları çizilmiş. masada isimlerimizin ve unvanlarımızın yazılı olduğu komik aksesuarlar, mezar taşımız gibi dikiliyor ama henüz ölmedik. 

belki de öldük ve burası diğer taraftır. oğlumun, yere temas etmeden servisten direk üzerime atladığı her akşam benim cennetim zaten. eğer o gün okulda güzel bir gol atmışsa hemen onu anlatır, ben de bana anlattığı minik öyküleri yetiştirir ve masala çeviririm. uykuya dalarken bir bakmış ki, okulda attığı öylesine bir gol ona andromeda ile samanyolu galaksileri arasında düzenlenen turnuvada kupayı getiren gol olmuş. yerçekimsiz stadyumda, dev bir meteorun üstünde samanyolu galaksisinin sol ayaklı forveti kerem son golü atarak formasını çıkarıyor ve on uzay gemisiyle gelmiş arkadaşlarına doğru koşuyor. gravite kramponları sayesinde sahaya tutunması çok kolay. uykuya dalarken o hafif çekik moğol gözlerinde tüm evreni görüyorum karanlığın ortasında bile. 

veli toplantısında, hayal gücünün çok güçlü olduğunu ve hikayeleri diğerlerinden çok farklı bitirdiğini söylemişler. guburuk diye kabarıp evin içinde şöyle bir dolandım, jules verne'nin desteği de yadsınamaz tabii ama ben de elimden geleni yapıyorum. 

ben olymposlu kaptan eudemos'um, gemim ile zamanda yolculuk yapabiliyorum. güneşten kopan manyetik fırtınalar gemimin balmumu ile cilalanmış yelkenlerini doldurabiliyor ve mürettebatımla serüvenden serüvene sürükleniyorum. her serüvenden sonra olympos'a dönüyor, kalenin altındaki mağaraya yüzüyor ve tek kişilik sahilinde uzandıktan sonra kuantum dolanıklıklarını çözüyorum. 

tüm bunlar, lacivert gövdeli teknesiyle cebelitarık'tan atlantik okyanusuna geçerken kıyıyı seyreden yaşlı kurdun aklından geçenler. sakalında tuzdan yollar, gözünün kenarında derin vadiler ve ön dişlerinin arasındaki ayrıktan geçen güneşin dilinde bıraktığı izler. 

kimse nerede olduğumdan emin değil; kerem servisin camından bakıp yolun kenarında onu beklediğimi görüyor, willy çimlerde uzanıp bira içerken walkman'den "one of us" dinlediğimizi zannediyor, çağlar viraja girerken motorun arkasında olduğumu ve düşmemek için ona sıkı sarıldığımı hissediyor, annem ona yeni aldığım tencere setinde harika yemekler yapmış ve beni çağırıyor yemek hazır diye, babam ise 1991 yılında onunla bir adana demirspor maçında, tribünde olduğumuzu fakat takımın berbat oynadığını düşünüyor. 

ben ise bir pandomim salonundayım, herkesin kolları bacakları oynuyor, bilezikler şakırdıyor ve sıcak bir ekim güneşi sağ yanımdan yüzüme çarpıyor.

25 Eylül 2024 Çarşamba

masumiyetin altın çağı

 20 sene önce, internet bağlantısı olmayan bilgisayarıma kaydettiğim günlüklerin bir kısmını buldum. genç mies, parasız ve bitik bir öğrenciyken loto oynamış. hayalleri gerçekten onun vizyonsuz bir karabaş olduğunu göstermekte. para çıkarsa tatlı yiyecekmiş. ulan ben normalde de tatlı yemem ki, ne düşünüyordum acaba o zamanlar? artık param var, öğlen gidip tatlı ısmarlayacağım kendime. işte 20 sene öncesi...


dün kontrolü biraz da zorunlu olarak kaybettim ve 50 ytl harcadım. kendimi bu yüzden aşırı suçluyorum ama 20 ytl ile 1 hafta geçinerek bunu dengeleyebilirim. küçük bi hesap yaparsak eğer:

 3 kahvaltı, 3,5 akşam yemeği, 3,5 sayısal=10

 bir tane çok karizmatik pulp fiction t-shirt=10

5 klan’da tavlada yenildim, 10 gece hamburger filan yedik. yaklaşık 15 de biraya verdim. onur’da para yoktu. ben de aç gezindiğim günlerin acısını çıkarttım ve canım ne istiyorsa aldım. bundan sonra böyle kontrolsuz çıkış olmaz tabii. ayrıca şu an trilyoner bile olabilirim. büyük ikramiye 3 trilyondu. düşünsene şu anda çıkmış olduğunu ama çıksaydı hissederdim. neyse çıkmış olduğunu görsem hemen sakin olmaya çalışırdım ve kontrol ederdim defalarca sonra hemen babamı arardım ve tüm servetimi ona bırakırdım. sonra geçer juri için ders çalışmaya makete falan başlardım. sonra bir tane porsche chayenne jeep almanın ama daha önceden de ehliyet almanın hayalini kurardım. harika olurdu. beşiktaş civarından çok harika bir stüdyo daire alırdım ve içini yuvarlak köşeli rahat mobilyalarla donatır dvd duvarı yapardım. beyaz ve mavinin tonları olurdu evimde. çok güzel yerlerden yemekler yerdim. tatlı yerdim. alkol almaz ayran içerdim. jordan ayakkabı alırdım. d-slr foto makinesi alırdım. eve tek başıma çıkardım sanırım. çağlar, özel bir üniversitede konservatuar okurdu istanbul’a gelip. bizimkiler de gelirdi belki ama bu bunalımlı şehirde oturmak istemezlerdi sanırım. belki de durusu villalarından bir tane alırdık. harika olurduk ama babamın canı sıkılırdı o zaman. kocaman bir televizyon alırdım. okulu bırakmazdım ama hemen bitirmek için kasmazdım.

neyse bu kadar salakça hayal kurmak zaman kaybı. birazdan arkadaşıma gideceğim. salı jurisi için daha hiçbir çaba göstermedim. zaten hep böyle oluyor. hafta sonu malak gibi yatıyorum. bu gece bir tane plan falan çizerim sanırım .görünüşlere geçebilirim ama asıl önemli olan bu arazi paftaları ve maketler. 2 tane öneriyi neremden çıkartacağım ben ya? hocamız bizi çok rahat bıraktığı için daha kaplumbağa gibi ilerliyoruz. ben her ders başka planla gidiyorum mesela. dolayısıyla yerimde sayıyorum.

bu arada beni anlamsız yere haddinden fazla duygulandıran şarkıyı, it’s a  sin’i dinliyorum. kaybolan bir şeyleri hatırlatıyor ve üzülüyorum. sanki gençlik yıllarımda içimde kalan her şey için bir şarkı bu. tarif etmem zor.

bugünlük bu kadar olsun kendimi çok iyi hissetmiyorum. dün taksim’e çıkınca, kendimi okul ve yurda ne kadar hapsettiğimi anladım. hayat taksim’deydi. her yerdeydi. bir punkın converse’indeydi. ayrıca istiklal’de caddenin ortasında bi converse gördüm. bağımsız. öteki teki yok. siyah ve çok eskiydi, çektiğim en iyi 10 fotoğraftan biri oldu.

ayrıca her haftasonu istiklal’e gitmeyi bütçem kaldırabilir mi bilmiyorum ama yurt  bazen çok bunaltıyor. kız arkadaşları olan benden çirkin adamlar istiklal’de hayatlarını yaşıyor. ben ise dağınık odamda bi şeyler için debeleniyorum…  hayat sanırım herkese adil değil.