4 Aralık 2025 Perşembe

yorgun bir zihnin sayıklamaları

o saatlerde okulda olması gereken bir çocuk, yemek vitrininden itinayla seçtiğim birkaç çeşit yemeği masama getirdi. restoranın neredeyse yarısı doluydu; içerdekileri, sokaktan geçenleri, yolun karşısındaki dükkanların sahiplerini tanıyordum. ufak bir yerde bu kadar uzun süre yaşayınca insanları, önceleri ve sonralarıyla, oraya nasıl geldikleriyle biliyordum artık. berberim, öğle arası için çocuğunu okuldan motoruyla almış ve dükkanına gidiyordu. yan masada, yeryüzünün en üçkağıtçı müteahhitlerinden birisi vardı; adam o kadar şirazesinden çıkmıştı ki, mevcut adı ve soyadıyla devam edemeyip mahkeme kararıyla kendisine gıcır gıcır bir ad-soyad takımı diktirmişti. bunları biliyordum çünkü isim değişikliği ruhsatını dahi ben yazmıştım. bıyıkları da kestirmiş, şahken şahbaz olmuştu. dolandıracağı yeni kurbanların hasreti ve iştahıyla yemeğine yumulmuştu. onun varlığına bile tahammül edemediğimden, yemeğimi hızla bitirip kendimi sokağa attım. nereye gideceğimi bilmiyordum ama isminin birincisi, parkların efendisi ve yaşayan her şeye olan nefretiyle kalbimi kazanmış gabor'u görmeye gidebilirdim. ona her geçen gün daha da bağlanıyordum; özellikle yazısını yazıp fotoğrafını da çektikten sonra kadim köprüleri kurmuştum. o köprülerin altından ne kadar yıl akarsa aksın, gabor müstesna bir yerde hep benimle olacaktı. parktaki köşelerine dahi yeni isimler koymuştum. ferforje kemerli bir girişi vardı parkın, orası kemeraltı'ydı. kimseye görünmemek için saklandığı bitkiler ise çalıdibi'ydi. yıkık bir kolonun üstünde sfenks gibi akşamı karşıladığı bölge ise brütüstü'yü. brüt betondan yarım kalmış bir platformu vardı, akşam yemeklerini de orada yerdi. işten çıkınca hemen markete uğrar, ona sığırlı yaş mama alırım. 34.90 lira. geçen gün indirime girip 22.90'a düşmüştü ama fiyat önemli değil. gabiçko, iştahla yalayıp yutsun benim için yeter. 

yeni adı ve soyadıyla yeni kurbanlarını bekleyen heriften hızlıca kaçıp parka yürüdüm, gabor bazen orada olmazdı. nerede olduğunu da kimseler bilmezdi. sırı dökülmüş bir aynanın arkasından tüm dünyayı huzursuz gözlerle izler, iyi bir güneş yakalarsa da o ışıkta uyurdu. bütün bu huysuzluğuna rağmen, beni severdi. ona zarar vermeyeceğimi bilir ve gbçko diye seslendiğimde yanıma gelirdi. kendisini sevdirmekten hoşlanmazdı, bacaklarıma da dolanmazdı. ideal mesafeyi her zaman milimetrik olarak ayarlayan bir bilimkedisiydi. 

fakat bu öğlen, çalıdibi mevkisinin güney yamacında yarı açık gözlerle şekerleme yapıyordu. sessiz harflerini ünledim, kafayı kaldırıp bana baktı ve yaklaştı. aç olabilirdi, burada bekle gabiş deyip hemen markete girdim, üçtür sığırlı mama alıyordum, belki bıkmış olabilirdi. o yüzden tavuklu aldım. brütüstü'nde beni bekliyordu. patilerini birleştirmiş ve kuyruğunu da altına almıştı. yemeği görünce sevindiğini hissettim, gabirello benim aklımı esir almıştı ve ona hizmet etmekten inanılmaz bir haz alan finansal köleye çevirmişti. paketi açtım, mamayı sanki bir adana kebap sunarmış gibi uzunlamasına serdim önüne. iştahla yemeye başladı, minik pembe dili ve hırıltısı her zamanki gibi dünyalar tatlısıydı. hiç miyavladığını duymamıştım, bir sıkıntısı varsa onu veterinere götürürdüm. yalnız bir kediydi, kimseden hiçbir beklentisi yoktu, fırtınalı yağmurlu gecelerde bile ertesi güne ulaşmasını bilen usta bir kaptandı ama yine de karşılıksız seviliyordu. ona zarar vermeyi aklından geçireni bile duvara çivilerdim, onu korurdum, onu korumak için vücudumu siper etmekten bir an olsun şüpheye düşmezdim.

gabiçko'yu parkta bırakıp aynı yerleri bininci kez turladım; zulkarneyn isimli tekne kızağın üzerinde okyanusa döneceği günü bekliyordu, dört yavru kediden oluşan dik kuyruklar çetesi yine teknelerin arasında oynuyordu, kötü granül kahveyi yetmiş liraya satan kahveci sinek avlıyordu. balıkçı tekneleri sanki el ele bilinmez bir oyun oynuyordu suyun üstünde, ahenkleri yerindeydi. dünyanın bu kısmı, 4 aralık 2025'te tıngır mıngır sallanıyordu. dünün aynısı, yarının benzeriydi...




1 Aralık 2025 Pazartesi

on beş sene sonra

1 aralık 2010'da, hayattaki on bininci günümü kendi çapımda, yine bu blogta kutlamıştım. o zamanlar yirmi yedi ile yirmi sekiz arasında bir noktada, askerlik sonrası boşlukta ve yeni başlayacağım bir işin arifesindeydim. o günün üzerinden beş binden fazla gün geçmiş. vay canına, bir de zaman geçmez derler. 

dün, bir şarap fabrikasının restoran kısmındaydık. bir gün önceden yağan kar, uzaktaki dağların zirvesine zar zor tutunmuştu. hava soğuk ve berraktı ama restoranın içi ılıktı, süslenmiş bir çam ağacı girişi ışıl ışıl aydınlatıyordu. üç aileydik, masaları birleştirmiş ve yemekler gelene kadar da şaraba başlamıştık. on beş sene önce hiçbirisini tanımıyordum ve masanın yarısı hayatta bile değildi. likya arkeo serisinden bir şarabı, sanki şaraptan çok anlıyormuş gibi önce koklayıp sonra içtim. iyi şaraptan anladığımı söyleyemem ama daha önceden çok kötü şarap içmişliğim olmuştu ve arkeo, onlardan biri değildi. vişne suyu gibi akıyordu namussuz. yeni arkadaşlarımın en yenisi bile beş senelikti. hepsi evli, çocuklu ve kredi borçluydu. bir şekilde tekeri döndürüyor, hafta sonu da imkan yaratıyorduk. müreffeh amerikan aileleri gibi değildik tabii ama buna da şükürdü, bir gün düzlüğe çıkacaktık. tam düzlüğe çıktığımızda bir bakacaktık ki, yirmi bin gün geride kalmış. çocuklar büyümüş, yuvadan uçmuş ve en mutlu günlerimizin geçmişte bir yerde, belki de şarap içtiğimiz o kasım sonunda bir günde  kaldığını fark etmişiz. 

on bininci günümde, geleceğin belirsizliği öyle yoğunmuş ki; bir yayınevi yazdıklarımı bastırmak isterken, ben saçma sapan bir ofise artık düzenli bir işim olsun diye başlamaya karar vermişim. nerede kalacağım, nerede yemek yiyeceğim ve diğer sene nerede olacağım belli değilmiş. sanki kervan yolda düzülür deyip yola çıkmışım da düzülen ben olmuşum gibi geçen anlamsız zamanlar. ne oldu o otel konseptleri, lüks mağazalar, antalya'nın en lüks sitesinde bir villa projesi? küçük bir otel odasında kalırken, villanın galeri boşluğunun kaldığım odadan büyük olduğunu gördüğümde vazgeçmiştim aslında ama eyleme geçmek biraz zaman aldı.

durağan bir yolcuyum, sanki ben sabit kaldım da dünya ayaklarımın altından kayıp gitti ve başka bir şeye evrildi. bir masanın etrafında, aşırı ince gövdeli kadehi kalın parmaklarımla tutmaya çalışırken de aradan geçen onca zamanı düşündüm. oğlum, minik suratlım masanın diğer tarafındaydı. onu izlediğimi bilmiyordu, kendi halinde köftesini yiyordu. bir süre sonra ona baktığımı hissetti, kafasını kaldırıp bana baktı ve gülümsedi.

hah dedim, işte onca yolun, acının, kararların, çıkmazların ve geçen binlerce günün anlamı bu. her şey, o anda orada olmamız ve birbirimize gülmemiz için var olmuştu ve bunu fark etmiştim. geçmiş ve gelecek, atomik saatin tiktakları arasında salınıp duruyordu...



25 Kasım 2025 Salı

bazı paralel evrenler

artık her yerimize adeta kontrolden çıkmış bir pamuk şeker gibi bulaşan yapay zeka, bizi bizden iyi tanımaya başladı. hoşuma gidecek şeyleri söylüyor hınzır, doğrusunu bildiğim yalanları öyle güzel anlatıyor ki inanmayı, gerçeğe tercih ediyorum. zaten gerçeğin ne olduğu kimin umurunda, ona ulaşan yollardan bile emin değiliz. çobanları bile davar gibi güdüyor olabilirler. kimler? onlar. 

bundan önceki yazım olan per aspera ad astra'yı (zorluklardan yıldızlara), edebi yönden incelemesini istediğim gemini, bana hoş bir ayna tuttu ve tuborg'ta iş görüşmesinin olumlu sonuç verdiği paralel evrende geçen başka bir hikaye yazdı. sorun çalıştığım yerde değil, bendeymiş. öyle karakterli ve mermer bir kaide gibi kadim bir memnuniyetsizliğim var ki, yapay zeka şıp diye anlamış. her ne iş yaparsam yapayım, yine az çok böyle bir insan olacakmışım. işte o paralel evrenden bir kesit:

sabahın köründe, İzmir’in o meşhur, insanın genzini yakan nemiyle uyandım. başımda profesyonel bir ağrı var; meslek hastalığı. dün gece bayilerin "bölge toplantısı" adı altında düzenlediği, aslında sadece birbirimize ne kadar yorulduğumuzu anlattığımız o uzun masadan kalkalı çok olmamış.

oradaki ben, yani inşaatlarla boğuşan o diğer versiyonum, insanların beton dökme hırsından kaçıyordu. buradaki ben ise insanların "bedava tabela" ve "yeni soğutucu dolap" dilenciliğinden kaçıyorum. değişen tek şey, talep edilen malzemenin cinsi. orada demir ve çimento için araya adam sokuyorlardı, burada "abi iki kasa promosyon gönder be" diye koluma giriyorlar. insan, her evrende arsız.

öğleden sonra bornova tarafında bir mekana giriyorum. içerisi leş gibi ekşi maya ve dökülmüş bira kokuyor. mekan sahibi, sanki atomu parçalamış gibi, "bu sene satışları patlatacağız müdürüm, sen bana destek çık" diyor. gözlerinde aynı o müteahhitlerin, "temeli atalım gerisi gelir" bakışı var. hepsi aynı acelecilikle, hepsi aynı köşeyi dönme hevesiyle dolu. ona, "satışlar umurumda değil, sadece şu an burada, bu gölgede oturup susmak istiyorum" diyemiyorum. tıpkı diğer evrende "balkonunu kapatman umurumda değil" diyemediğim gibi...

akşamüzeri kordon’da çimlere oturuyorum. elimde buz gibi bir kutu var. kendi malımız, ama tadı bana metalik geliyor. karşıda güneş batıyor, deniz aynı deniz.

bir yudum alıyorum. aklıma nedense çok uzaklarda, belki güneyde bir yerlerde, taşların arasında dolaşan, inşaatlardan bunalmış diğer ben geliyor. "acaba," diyorum, "o adam şu an ne yapıyor? o da benim gibi, bulunduğu yerin aslında bir hapishane olduğunu biliyor mu?"

cebimdeki istifa dilekçesini yokluyorum. Henüz vermedim. kredi kartı ekstresi ve "kurumsal aidiyet" masalları beni tutuyor. ama biliyorum ki, şerbetçiotu kokusu da beton tozu kadar ciğer yakabiliyor.

şişeyi kaldırıp, diğer evrendeki o yorgun adama, yani sana selam çakıyorum: "dayan kardeşim. burası da sandığın kadar renkli değil. sadece etiketi farklı."

dayan kardeşim ha... vay canına. olan ve olmayan, hiç olmamış ya da tam olacak gibiyken direkten dönen bir sürü halim bir dernek binasında bir araya gelmiş, birbirine destek oluyor. adsız alkolikler derneği diyemem, tek bir adım var. her zaman bu isimde dünyaya gelip duruyorum. belki araba tasarımcısı olan versiyonumun hali vakti yerindedir ve kendini gerçekleştirmiş olmanın parlak dişleriyle gülümsüyordur.

ve belki de en iyimiz, gelidonya feneri'ne yakın bir koydaki ağaçta kış güneşinin tadını çıkaran sincaptır. işe gitmiyordur, koca bir ormanda, taş duvarların üzerinde akşama kadar dolaşıp duruyor ve müstakil kovuğunda uyuyordur. işten üç günlüğüne izin alıp kendini yollara vuran halimle karşılaştığında, iyi bir fotoğraf için hareketsiz duruyor ve "yeni telefonun da epey iyi çekiyormuş, hayırlı olsun" diyordur.

20 Kasım 2025 Perşembe

per aspera ad astra

daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı... masanın diğer tarafındaki insanlara uçan kafa attıktan sonra pencereden atlayıp koşma isteği tüm benliğimi ele geçirmişti, sadece ne tarafa koşacağımı bilemiyordum. bir mucize göstereceğimi bilsem denize doğru koşar ve öylece devam ederdim. tatlı su kaynağı olan adalara varana dek durmazdım fakat mucizeler artık bitmişti. organik mucize göstersen bile insanlar bunun yapay zeka ile çok kolay yapılabileceğini söyler, hevesini kırarlardı. photoshop çıktığında da böyle olmuştu, fotoğraflar inandırıcılığını yitirmişti. kimseyi inandırmak ve kimseye kafa atmak istemiyordum, sadece işlerden gına gelmişti, boğuluyordum. herkes delirmiş gibi sürekli inşaat yapmak, betonlamak, demir bağlamak, balkon kapatmak istiyordu. amansız bir hastalığa yakalanmış gibilerdi, yıl bitmeden bir an önce temeli atmaktan başka bir arzuları yoktu. arsız bir dilenci gibi sürekli bir şeyler istiyor, yalvarıyor, araya adam sokuyor, sabit telefonumdan taciz ediyorlardı. tamam dedim, buraya kadar. 

sikerler eşiğinin üzerinden, binicilikte altın madalya almış bir at gibi atladım. gittim üç gün izin yazdırdım. bu seneden sekiz gün iznim kalmıştı fakat hepsini tek çırpıda alamazdım. isimsiz koyların kuytularında, binlerce yıllık tünellerde bile peşime düşerlerdi kokumu bellettikleri köpekleriyle. fazla uzaklaşamazdım, sadece ufak bir kafa ayarı yapmam gerekiyordu. geri dönecektim. önceden istifa eder ve arkama bakmazdım, içerde param bile kalsa umurumda olmazdı. daha gençtim, yol önümde uzayıp giderdi, kredi borcum ya da sorumluluklarım pek yoktu ama şimdi böyle değil. çenemi sıkıca bağlayıp çalışmam gereken yılların ortasında bir yerdeyim. seyir gece gündüz devam ediyor, yelkenleri suya indiremem. 

pazartesi öğleden sonra, amfi tiyatronun basamaklarındaydım. kayalara oyulmuş mezarlar, yüzler ve harfler vardı. birisini onurlandırmak için dikilmiş bir anıtın önünde durdum, "... inşa etti" diye bitiyordu. demek ki bu inşaat, miras bırakmak, taş dikmek kadim bir hastalıktı. diğer yazıtın üzerinde ise "...meclisin katiplerine" yazıyordu. iki bin sene geçmişti ve neredeyse aynı noktadaydık; meclisler, katipler, şehir konseyleri ve bu yangına odun taşıyanlar hep vardı ve ne ben ne de benim bunca zaman içinde yeniden dünyaya gelen başka versiyonlarım bu zincire aitti. onlardan biri olmak eziyet gibi geliyordu. peki ait olduğum sınıf hangisiydi? taş ustalarından değildim, acaba şarap içtikten sonra bir taşın üzerine tüneyip sağa sola bağıran ağzı bozuk kiniklerden miydim? insanlara bağırmak, onlara hakaret etmek de istemiyordum. sadece onlar ortalıkta değilken daha iyiydim. bir kedi gibi dolaşmayı, patikaları yürümeyi, yorulunca dinlenmeyi ve susayınca da su içmeyi seviyordum. her şey bu kadar basitti. kayalara oyulmuş mezarların ölüleri bile çoktan ortadan kaybolmuştu, basamakların uçları kırılmış, yerçekimiyle kemerler çökmüş ve duvarlar eğilmişti. her şey bozulmaya meylediyordu. büyük tonozlar patlamasın diye desteklenmişti, çelik iskeletler kan ter içinde taş blokları tutuyordu. her şey kendi yerindeydi ama kendi yerinde olmanın bile mücadelesini veriyordu. ben de öyleydim; neredeyse on beş senedir buradayım ve burada olmanın mücadelesini vermeye devam ediyorum. tuborg'la iş görüşmem olumlu sonuçlansaydı şu an nerelerde olur ya da ölürdüm bilmiyorum. bu blog olanlardan ziyade olmayanların hikayesi gibi gelişti, rüzgarlara göre yelkenini ayarladı ve bir bilinmezin içine, kasırganın gözüne daldı. cesur olduğumu söyleyemem, bazen korkmak iyidir. en azından geride kalıp tüm sahneyi, kurguyu, zamanın akışını izlersin.

kasım güneşiyle ısınmış taş basamaktan kalktım ve yürümeye devam ettim, şehrin ileri gelenleri ölümsüz olmak ve onurlandırılmak için ellerinden geleni yapmıştı ama çok da yeterli olmuş gibi görünmüyordu. ölümsüzlüğe eserleriyle ulaşmak yerine ölmeyerek ulaşmayı tercih eden woody allen'a hak verdim. ölümsüzlüğün en iyi yolu, mermere adını kazıtmak olamazdı. insanlar en iyi ihtimalle okuyup geçiyordu ki zamanla okumayı ve yazmayı da azaltmışlardı. sadece bakıyorlar ve büyükbaş gibi otluyorlardı. bir çoban geliyor bunları kitleler halinde yeni meralara sürüklüyor, biraz da burada otlayın diyordu. çobanlar bitmiyordu, bir şekilde ağzı laf yapan uyanığın birisi çıkıyordu, hep çıkmıştı. yeterince tanınmak için komik bir bıyık bırakanlar bile oluyordu. çobanlıkla başlıyor, diktatör oluyorlar ve şansları yaver giderse de baş aşağı asılıp kurşuna diziliyorlardı. başkasına söz hakkı tanımak istemeyenler kendi kafalarına sıkmayı da tercih edebiliyorlardı. onlardan biri de değildim. sadece üç gün izin almıştım ve ilk günü bir çırpıda bitmişti.

diğer günleri de yazardım ama yine zaman bitti, izin dönüşü üzerimden tır geçti. olimpos'ta taşların arasına saklı köşelerde yeniden rajaz dinleyip, eski günleri hatırladım, ormanında kayboldum, sahilinde soluklandım, başka bir basamakta bira içerken insanların bu bitmek bilmeyen mücadelesini uzaktan izledim. onlardan biri değildim ama atamam buraya çıkmıştı, mecburi şark hizmetini tamamlamaya çalışan taze bir hekim gibi homurdandım ve eve geri döndüm.

                    


                     


20 Ekim 2025 Pazartesi

gabor: bir kediden fazlası

evden işe yürüdüğüm o kısa yolun kayda değer tek öznesi, dünyadan ve dünyanın geri kalanından nefret eden gabor. bazıları onun kedi olduğunu iddia etse de; bazılarından, diğerlerinden, başkalarından, tekil ve çoğul şahıslardan, işe gidip gelenlerden, kendisine samimiyetsiz bir samimiyetle yaklaşanlardan neredeyse tiksinen gabor, kendisini bir kedi olarak görmüyor. o saf bir hoşnutsuzluğun ve bıkkınlığın biraz tüy ile sarmalanmış ve dört patiyle hareket kazandırılmış hali. tanımlamanın sınırlamak olduğunu biliyor, sadece yalnız kalmak ve dünyanın sonunun bir an önce gelmesini çıplak gözlerle izlemek istiyor. yaşamaya hevesli değil ama ölüm de ona cazip gelmiyor. 

beyaz eşya mağazasının köşesindeki müstakil kutusunda yaşayan gabor, soğuk kış günlerinde eğer güneş çıkmışsa güneşe yüzünü dönüp ısınmayı sever. maması ve suyu her zaman vardır ama bunu ona getiren insanlara bir sempati beslemez, öyle bir talebi olmamıştır. o biraz mamayla kandırıp her gördüğünüzde kafasını seveceğiniz kedilerden değildir. sırnaşmaz, gırıldamaz, ayaklarınıza dolaşıp sevgi dilenmez. gülmez, gülümsemeyi aklından bile geçirmez. diğer kedilerle ortak paydada buluşmaz, bazen simit yerken ağlayan sokak köpeklerinin sefilliğine hayret eder. pek uzaklara gitmez, ortalıktan kaybolmaz. kıvrımlı patikaları olan parkta günlük yürüyüşünü yapar, kimselerin bilmediği kuytularda kafa dinler. kuşların avlanacak kadar önemli olmadığına inanır, balıklar ise uğruna ıslanılacak canlılar değildir. beslenmeye çok kafa yormaz, sonsuza kadar yaşamayacağının farkındadır. dünya, geçerken uğradığı sevimsiz bir istasyondur sadece. insanları sahtekar, evcil hayvanları ise insanlarla fazla yüzgöz olmaktan iradesini yitirmiş zavallılardır. bazen nehir kenarında yürürken, sanki uçarmış gibi yüzen carettaları izler. bunlar diğerlerine nazaran gururlu hayvanlardır, insanlara minnet etmek yerine denizden nehre ulaşır, su altı çayırlarıyla beslenirler.

isminin birincisi, alemlerin en huysuz organizması gabor hemen her günü aynı şekilde tamamlamaya gayret eder. kimseye kendini sevdirmez, yüzlerinde yılışık gülümsemeyle kendisine yaklaşanlar olursa hemen sivri dişlerini gösterip bir ejderha gibi kükrer. teması sevmez, mesafelere inanır. onu bir organizasyonda, davette, açılışta ya da toplu av şenliğinde henüz gören olmamıştır. 

işten eve yürürken gabor'u bir kez daha görürüm, kuyruğunun üzerine oturup çatık kaşlarıyla rüzgarda salınan ağaçları izler. hafif duraksayıp ona bakmamdan hoşlanmaz, sanki o yokmuşum gibi eve yürümemi ve bir an önce gözden kaybolmamı ister. ruhu eşsizdir, tüm canlılardan alfabetik sıraya göre nefret eder. 



13 Ekim 2025 Pazartesi

ışık ülkesinde bir gece

"galaksinin batı sarmal kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır.

bu güneşin yörüngesinde, kabaca yüz kırksekiz milyon kilometre uzağında, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler."

çok uzun süren bir planlama döneminden, diplomatik teşebbüslerden, bitmek bilmeyen alışveriş listesinden, koordinat belirleme çalışmalarından sonra sonunda olmak istediğimiz yerde, bir dağın yamacında yaktığımız ateşin etrafındaydık. hiçbirimizin kuyruğu yoktu ama sevinçten kuyruklarımızı sallıyor gibiydik. birimiz ateşi besliyor, diğeri kuru dal topluyor, öbürü mezeleri hazırlıyor, sonuncusu da dev kamp dolabından, on parmak buzun altına istiflediğimiz biraları ikram ediyordu. şehirler ve ışıklar geri kalmıştı, likya ülkesine yavaştan gece çöküyordu. sabah erkenden, adeta kavimler göçündeki son kavim gibi gelmiş ve pikabın arkasındaki her şeyi indirip bir yerlere koymuştuk. gece yarısı sürünerek gireceğimiz çadırımızı kurmuş, yatakları şişirmiş, uyku tulumlarını sermiş ve haftalardır konuştuğumuz rüyaya uyanmıştık. üçü evli, biri dul dört erkektik. 40'ların başında bir yerde, yeterince hırpalandıktan sonra doğaya dönmenin tek yol olduğunu hissetmeye başlamıştık. odun toplamalı, ateş yakmalı ve barınağımızı kurmalıydık. bu antik bir içgüdü gibiydi, bizi hem takip ediyor hem de hislerimize önderlik ediyordu. biralarımız ılımasın endişesiyle o kadar çok buz getirmiştik ki, kutuları soğuktan tutamaz olduk. evdeki buzdolaplarımız bile o kadar soğutmuyordu. hava ekimin ortasında bir gün için ılık, yerler ise iki gün önce yağan yağmurun etkisiyle nemliydi.

"gece, gündüzün devamı değildir" diyen tezer özlü, bir likya gecesine hafif adımlarla yürürken mi bunu düşündü bilemem ama yıldızların parlamaya başlamasıyla her şey değişti. lacivert bir örtüye açılmış sonsuz sayıda delikten ışık süzülüyordu sanki. aralarındaki milimetrik boşluk, belki de milyarlarca kilometreye denk geliyordu. çam ağaçları onlara dokunmaya çalışır gibi uzuyor, kollarını atmosfere uzatıyordu. takımyıldızlar önümde seriliydi, ay henüz yükselmemişti. batı sarmal kolunun bir ucunda, bir patikada yürürken bile içinde olduğumuz galaksiyi görebiliyordum. ne kadar küçüktük, ne kadar kısa süre yaşıyorduk ve bu süre içinde ne çok imtihan veriyorduk. ölçeklendirmede bir sıkıntı vardı. teknik kapasitesi 2008 yılında aldığım canon 400d'den daha yüksek gibi görünen yeni telefonum xiaomi 15 ultra'yı sonunda deneyebilecektim. bu gece için aldığım tripodu toprağa kurdum, telefonu taktım ve nefesimi tutup deklanşöre bastım. ışık ülkesi denmesinin sebebi belki de gündüzü değil, gecesiydi:








9 Ekim 2025 Perşembe

hayat, yaşayanların elinde ziyan olur

az önce, hiçbir yerden gelip hiçbir yer istikametine devam eden uzun bir toplantıdan çıktım. sebepler ve sonuçların bir anlamı yoktu, her şey tesadüfen meydana geliyor ve öylesine gelişiyordu. bitip bitmediği de kimsenin umurunda değildi. bir odaya doluştuk, önümdeki resmi yazılara bakıp yine pek bir şey anlamadım. bir insan tarafından değil de, okumayı yazmayı bilen insanlar anlamasın diye özellikle belirtilmiş bir yapay zeka komutuyla oluşturulmuş gibiydi. çok uzun zamandır bu gezegendeydik ve hala yerleşmeye çalışıyorduk, sanki burası evimiz değil de savaşla ele geçirdiğimiz ganimetimizdi ve yağmalamanın yeni yollarını arıyorduk.

toplantının sonuna kadar sakin kalmayı başardım, gıcırdayan dişlerim ve kasılan çenem için yapacağım bir şey şimdilik yok. emekliliğimde dağlara bakan güzel bir ağaç altı bulur ve alıp da okuyamadığım kitaplara dalarken bir şekilde rahatlarım. on kitap alıyorsam ikisini ancak okuyabiliyor, diğer sekizine sıra gelmeden yeni kitaplar alıyorum. en son 1983 haziranının adana'sında  geçen "incirlik yazı"nı okudum, 1983 temmuzunda dünyaya geldiğim şehir hala ilgimi çekiyor. babamla dayımın 1975'te geçirdiği bir günü düşünmek, daraldığım bir 2025'te ruhuma çok iyi gelmiş ve zülkarneyn gibi zamanın efendisi olmuştum. bazen de dedemin bundan atmış sene önce geçen sıradan bir gününü görüyorum, mavi bisikletiyle pazara gitmesini, aklından geçenleri, arkadaşlarıyla kahveye gidip kağıt oynamasını, benim şimdiki halimden daha genç olduğu zamanları... gelecek hakkında pek bir fikrim yok, zalim ve güçlü bir akıntı gibi bizi kendisine çekiyor ve daha iyi olmayacağını görüyorum. kötü zamanlarda, kötü insanların tüm gücü ele geçirdiği bir ülkede yaşıyoruz ve onları ölümden başka durdurabilecek hiçbir şey kalmadı ve azrail de onlardan tarafmış gibi geliyor. o yüzden geçmişi düşlemek, çoktan yaşanıp bitmişleri kendi süzgecimden hayal etmek daha güvenli geliyor. acımasız sonları olmuyor, ending credits'in bitişi gibi müzik yavaşça azalıyor ve susuyor. 

ending credits ile ilgili neler yazmışım diye blogta geçmişe gidince, kardeşimle bir koyda bira içtiğimiz ve eve döndükten sonra devam edip yakalanmamak için kutuları da gitar kılıfına sakladığımız çok güzel bir güne vardım. ıssız koyda artık belediyenin tesisi var, yazları can pazarı oluyor. biraları aldığımız market çoktan kapandı. pro evolution soccer artık çıkmıyor, herkes fifacı oldu. gitar kılıfı 14 yıldır yerli yerinde, yatağımın altında oğlumun onu keşfedeceği günü bekliyor. şimdiki zamana hiçbirisi kalmadı ama geçmişte bir günde her şey yerli yerinde, yağmur sonrası açan güneş gibi ışıl ışıl ve parmaklarımın tuşların üzerindeki hareketiyle yeniden canlanıyor. yazmak, lanetimden çok cankurtaran salıma dönüştü. tatlı suya ulaşabiliyor ve basit bir düzenekle besinimi karşılayabiliyorum. geçmiş benim okyanusum, olan ve olmamış tüm hallerimin, tüm sevdiklerimin yaşadığı vatanım. o yüzden sık sık geriye dönüyor ve orada yeni bir patika buluyorum. 

yeni imara açılan yerlere yapılacak yeni binaların projeleri, ruhsatları, bir sürü teknik personel, bunları parasıyla muma çeviren müteahhitler bana ahlaki gelmiyor. hangi bina bir ağacın güzelliğine, hangi site bir ormanın büyüsüne sahip? bir sene geçmeden boyası atan, çürüyen, malzemelerini kusan canavarlardan başka bir şey değil artık benim için apartmanlar. en güzelinin en çirkininden farkı yok. bahçe duvarları, sığınaklar, ledli tavanlar, padişah koltuğu gibi işlemeli asansörler, baskı betonlu yüzeyler, parlak fayanslardan yansıyan gömme spotlar... hiçbirisine katlanamıyorum artık. o yüzden daha fazla doğaya dönüyor, bir şey izleyeceksem bile kamp videoları, ıssızda yakılan ufak bir ateş, kar fırtınaları ve eski bir kütüphaneden yağmur altındaki taş sokakları izliyorum. 

toplantının kasveti yazdıkça dağıldı, bir sonraki hayatımda çalışmak ve para kazanmak zorunda olmadığım bir derebeyi ya da omzunda küçük bir kertenkelesi ile yola koyulmuş, adaleti kendince sağlamaya çalışan bir samuray olmayı diledim. bir çizgiromanın ilk taşları aslında bu, proje henüz geliştirme aşamasında. bu prodüksiyon işlerini zerre bilmediğimden, sadece ilk adım olarak da kalabilir ama bir anti-kahraman, insanlara bayılmasa da elinden geldiğince yardım eden, çocukları koruyan bir samuray fikri üzerine uzun zamandır düşünüyorum. adı aurelius segundo. marcus aureilus'a benziyor tipi, görkemli sakalları ve omzunda istihbaratçı bir kertenkelesi var. bu kertenkele, aylar önce havuzun dibinden kurtardığım kertenkele olacak. her yere girip çıktığından bana sürekli gizli bilgiler getirecek. bir kertenkele ordusunun komutanı olacak. aurelius segundo, yüzyıllık yalnızlık'tan ve kendime düşünceler'den damıtılmış, çift kılıç taşıyan ve dünyayı kaba saba bir yer olmaktan kurtarmaya çalışan bir savaşçı gibi zaman ve mekanda dolaşacak. 

tabii bütün bunlar, şimdiki zamanın üzerime çöken karabasanını dağıtmak için kendime oynadığım küçük bir oyun bile olabilir. hayat sonuçta, douglas adams'ın dediği gibi:

"yaşayanların elinde ziyan olur"

24 Eylül 2025 Çarşamba

elli yıllık yalnızlık

on yaşlarında, yalın ayak başı kabak iki oğlan çocuğu, gölgelerin bile ortalıkta görünmediği bir öğle vakti, taşköprü'ye kadar yürüyüp cılız akan suyu uzun uzun izledi. karınları açtı fakat her zamanki gibi paraları yoktu, o yüzden bir kebabı ikiye bölecek durumda değillerdi. bir gün çok paraları olacak ve şehrin en iyi kebapçısında masaya oturup adam başı bibuçuk söyleyeceklerdi. siyah takım elbise giyecekler ve arabayla geleceklerdi. cüzdanları paradan kapanmayacak, garson çocuğa da bahşiş vereceklerdi. çocuk, onları kapıya kadar uğurlayacak ve kebapçıda çalıştığı müddetçe birbirlerine benzeyen bu iki adamın yolunu gözleyecekti.

taşköprü'den geçip nehrin diğer yakasına yürüdüler, onları orada bekleyen bir şey yoktu. herkes yabancıydı, herkes birbirine benziyordu. atlar bile aynı güneşin altında kavrulmaktan sahiplerine benzemeye başlamıştı. arabacının kırbacı parlak mavi göğün altında yükseliyor ve sonra atın boynunda şaklıyordu. hiç kimsede para yoktu, sanki dünyanın tüm zenginliği başka bir coğrafyaya göçmüş ve adana'ya sıcak, toz ve öfke bırakmıştı. sadece seyhan usul usul akıyordu ama o da dellendi mi önünde kimse duramıyordu. selin izleri aradan yıllar geçmesine rağmen evlerin duvarlarında asılı kalmıştı. hurdacıların, eskicilerin, çaputçuların arasında dolaşmaya devam ettiler. evdekiler onları merak etmez, ne yaptıklarını da sormazdı. herkes sabah erkenden işlere dağılır, akşam da bitmiş tükenmiş gelirdi.

bir simidi ikiye bölüp aynı yolu geri yürüdüler, ayrana kuruşları kalmamıştı o yüzden mahalle çeşmesinden kana kana su içtiler. bir gün ikişer simit ve buz gibi ayran da içecekler, simitçinin tüm simitlerini de satın alıp dağıtacaklardı. simitçi, bu birbirini andıran iki delikanlıyı adana'nın sokaklarını arşınladığı sürece hatırlayacaktı.

her biri sahibine benzeyen iki katlı evlerin önünden geçtiler, mahalleler iki ana cadde arasına kebap şişleri gibi paralel uzanmışlardı. bebekler analarının memesinde, çocuklar sokakta, kadınlar kapı önünde, yaşlılar ise ölüm döşeğindeydi. iki arabanın sığamayacağı dar sokaklarda, hayat tüm gürültüsüyle, sanki yüksekten düşen bir şelale gibi çağlıyordu. her evin rengi, evin her duvarı farklıydı. para buldukça tamamlanmış ve inşaat zamana yayılmıştı. bazen dedesinin başladığını torunu bitirmiş, bazen de her düğünden sonra allah'a emanet bir kat daha eklenmişti. yıkılmıyorlardı ama tam ayakta da değillerdi. kendi mahallelerine vardılar, demir kapının parmaklığından ince bileklerini geçirip kapıyı açtılar ve avluya ulaştılar. tulumbadan çektikleri suyla güneş geçmiş kel kafalarını, tozlanmış ayaklarını yıkadılar ve bahçedeki turunç ağacının gölgesindeki kerevite kuruldular. 

1975 eylülünde bir gün, onlar için böyle bitti. tam elli sene sonra onlara nerede olacaklarını söylense, buna adana'da tek bir kişi inanmazdı. sadece, söyleyenin sıcaktan dellendiği ve olur olmaz şeyler gördüğü arkasından konuşulurdu. ne söyleyen kalırdı zamanla ne de söyledikleri.

elli sene sonra... 2025 eylül. ingiltere.

babam ve dayım, siyah takım elbiselerini giyip yakalarına da unutma beni çiçeklerini iliştirdi. ingiltere vizesi son anda hallolmuş, hemen uçak bileti ayarlanmış ve babam, 23 eylüldeki cenaze törenine yetişmişti. dayımın, kadim dostunun bu en zor gününde yanında olmayı başarmıştı. ikisinin yüzünde asılı bir hüzün, fotoğrafta çok güzel gülen bir kadını çevrelemişti. artık kafaları kel değildi, saçlarına ak düşmüştü. taşköprü'nün kemerlerinin arasından elli yıl akıp geçmişti.

bazen yıllar, sel baskını gibi her şeyi silip süpürmüş ve geriye kesif bir acı bırakmıştı. düğünler, cenazeler, erken gidenler, kısa zaman sonra öleceğini herkesin bildikleri, güzel sofralar, kavuşmalar, ayrılıklar, geleceğe dair planlar derken kardeşten öte bu iki adam, yine bir araya gelmişti. takım elbiselerini düzelttiler, evden çıkıp siyah bir arabaya binerek uzaklaştılar. 


2025 eylülünde bir gün, onlar için böyle bitti. tam elli sene önce, turunç gölgesinde bitirdikleri günün üstünden yarım asır geçmişti. bir süre sonra türkiye'ye, alison'un külleriyle döneceklerdi. bir hikaye zaman içinde oluşmuş, sürmüş ve bitmişti ama etkisi biz yaşadığımız müddetçe devam edecekti. unutma beni çiçekleri her ne diyorsa, o olacaktı.



8 Eylül 2025 Pazartesi

alison'un külleri

alison öleceğini biliyordu. alison'un öleceğini biliyorduk. dört sene önce, üç senelik ömrü kaldığını söylemişti doktorlar. kanser yayılmış ve kemoterapiye bile kafa tutacak kadar güçlenmişti. çeşitli tedaviler ve yeni yöntemler de fayda etmeyince, alison bir sonraki seneyi bile göremeyeceğini kabullendi. evine dönmek ve orada veda etmek istedi. vaktinin kalmadığını biliyordu...

ingiltere'den son bir mesaj gelecekti, hepimiz bunu hiç istemesek de öğrenmek üzereydik. ölümün sessizliği önceden gelmiş, sahneyi kurmuştu. yaprak kımıldamıyordu, herkes hayatına bir yeni mesaj müddetince devam ediyordu. dayım, "alison'u kaybettik" diye bir mesaj yazacaktı, henüz gelmeden bile hepimiz o mesajı okumuştuk. ailemizin ingiliz gelini, iyi kalpli, her zaman güler yüzlü ve sevecen alison'unu 29 ağustos akşamı uğurladık. ailesiyle çevrelenmiş yatağında, evinde, huzur içinde son nefesini verdi. acıları bitti ve artık hafifledi. bedeni ve kanserinin fiziksel yolculuğu sona erdi. yolun bundan sonrası aynı anda, birçok yerde, onu sevenlerin hatıralarında devam edecek. vasiyeti üzerine yakılacak ve küllerinin bir kısmı kardeşimin mezarının üzerine serpilecek. ingiltere'den bu sefer sadece dayım ve alison'un külleri gelecek.

ne tuhaf, 1966 yılının 26 nisanında birisi adana'da, diğeri newcastle'da doğan iki kişinin yolu yaklaşık 40 yıl sonra kesişiyor, evlenip çocuk sahibi oluyorlar. blogun erken dönemlerinde sürekli bahsettiğim o küçük jedi her sene gelince evimize neşe veriyor ve yılın geri kalanında onu özlüyoruz, oğlum olursa tam da onun gibi olmasını istiyorum ki bu dileğim gerçekleşiyor. kerem'in o yaşlardaki halini çok benzetiyorum ona. küçük jedi büyüyor, artık 20 yaşında. geçen sene, annesini babasını ingiltere'de bırakıp sevgilisiyle geliyor türkiye'ye. onları havaalanından almaya gidiyorum. boyu beni çoktan geçmiş ama hala o bebekliğindeki gibi oyuncak ayı gözleri parlıyor. zamanın değiştiğini hep başkasından anlıyorum, kendimde hissettiğim bir değişiklik yok. sanki yirmi senedir aynı insanım, hız sabitleyiciye basıp sabit hızla aynı çemberde dönüp duruyorum. kesif bir ilerlemeden ya da çığır açacak keşiften bahsedemem ama etrafımdakiler yazılmayı bekleyen kitaplara dönüşüyor. 

dün, yaz tatilinin son pazar akşamında kerem ile yine yapışık iki koala gibi üçlü koltuğumuzda boğuşurken, benim tanıdığı en yaratıcı insan olduğumu ve emekli olduktan sonra çocuk kitapları yazmam gerektiğini söyledi. guburuk diye hafiften kabardım, bir de karavan alırız dedim, dağların arasına gider ve ateş yakıp kamp yaparız. geleceğe dair belirsiz hayaller; çocukları büyüyüp yuvadan uçtuğunda dayım ile alison da karavanlarıyla dünyayı dolaşmayı düşünürdü. karavanı da aldılar, birkaç kere iskoçya taraflarına kampa da gittiler ama hayat işte, seni beklemiyor ve kendi programını esnetmeden uyguluyor.

eski fotoğraflara bakınca, nasıl da istikrarlı azaldığımızı görüyorum. bir deniz kenarındayız herkes orada, çocuk daha ufak ve benim kucağımda, dedemin yakasında bir çiçek, alison'un her sene değiştirdiği saç rengi o sene mavi, annemin gözlerine hüzün daha gelmemiş. sonra bir çiçek bahçesinde başka bir fotoğraf, herkes gülüyor, alison'un saçları platin sarı, dayım benden de genç, yine vazgeçemediği kötü alışkanlığıyla saçları enseden uzatmış, nenemde el örmesi bir yelek...

ve artık diğer taraftaki nüfusumuz artıyor, herkes oraya gidince yeniden fotoğrafları ben çekeceğim. küller, kemikler ve mermerden mezar taşları hep bu eksik ve kötü dünyada kalacak. biz diğer tarafta yine güzel yemekler yiyip güleceğiz, tüm sevdiklerimizle bir çiçek bahçesinde, bir deniz kenarında, bir ağacın gölgesinde, bir hatıranın içinde yeniden yeşereceğiz. birileri bizi hatırlayacak ve hatırlayacak son insan da aramıza katıldığında, tamam diyeceğim dünya üzerinde geçen bin yıllık yalnızlığımız artık sona erdi. hepimiz buradayız ve burasını seveceğiz. 

hoşçakal alison jane, tekrar görüştüğümüzde  "hello sunshine" diyeceğim, sen de o güzel gülümsemen ve yeni saç renginle yine neşe getireceksin. 

24 Temmuz 2025 Perşembe

paramparça doğanlar

mesainin bitmesine yarım saat kalmıştı. tüm göstergeler normaldi; her cuma olduğu gibi piyano dersinden çıkan oğlum yanıma gelmiş, bilgisayarıma konmuş ve frikik atma oyununu açmıştı. onu izlerken kendi çocukluğumu hatırlamayı seviyorum, ben de babamın yanına gider ve bilgisayarda oyun oynamak için yalvarırdım. pek sıcak bakmazdı buna, çünkü o zamanlar bilgisayarlar çok nazlıydı ve sorun çıkarmak için bahane arardı. oyuna girmek bile büyük başarı sayılırdı. cd sürücüden gelen patinaj seslerinin eşliğinde, bir güvercin tedirginliğinde beklerdim. fifa yazısını görünce bağrımın kafesi açılır ve bütün kuşlar uçuşmaya başlardı. kaç saat oynayabilirdim peki? belki yarım, en fazla bir. oyuna hayret ederken hızlıca geçerdi zaman. 

küçük prensim, kucağımda oturup tüm dikkatini topu doksana takmaya vermişken; odadaki kızlar pencereden dışarı bakıp bir şeyi ucuz atlattığımı ve lokum bisküvi dağıtmamı söylediler. binanın karşısına park ettiğim arabanın 3-4 metre arkasında bir kaza olmuştu ve bordo doğan sanırım direğe çarptığından kola kutusu gibi ezilmişti. lokum ve bisküvi üzerine düşünürken, doğanın çarptığı şeyin benim arabam olduğunu fark ettim. ilk başta açıdan dolayı anlaşılmıyordu fakat tampon ana gövdeden, adeta bir uzay aracıymış gibi ayrılmaya çalışıyordu. yol trafiğe kapanmıştı, doğan kendinden geçmişti ve kahrolası haftanın bitmesine yarım saatten az kalmıştı. aşağı indim. nedense sakindim, arabaya arkadan bakınca iyi geçirdiklerini görüp istemsizce "arabanın anasını sikmişsiniz" dedim. bu ilk kazamdı ve o sırada olay yerinde bile değildim. cehennem gibi sıcakta, ağlamaktan rezil rüsva olmuş bir kadın yaklaştı ve çok özür dilediğini söyledi. bordo doğanın gazı bittiğinden başka bir araçla çekmeye çalışmışlar, o sırada ip kopmuş ve gazı biten doğan atmosferde başıboş sürüklenen bir meteor gibi gelip benim arabama çarpmış. tamponda yer yer kırıklar vardı ama karşı taraf resmen kendinden geçmişti. 50 kiloluk bir zargana, "abi arabayı ben sürüyordum direksiyon kitlendi" dedi. yalan söylediğini biliyordum, o yüzden üstelemedim. ehliyeti olmayan genç kadın sürüyordu, kaza olunca bu flütü aramışlardı ehliyeti var diye. o da neyin ne olduğunu tam anlamadan hızlıca gelmişti. ağlamaktan deliye dönmüş kadın, erzurum'da arıcılık yapan kocasını aradı. kocası zararı karşılayacaklarını söyledi ama karşılayacak durumları varmış gibi gözükmüyordu. senenin belirli bir zamanında ortaya çıkan tropik sigortacımı aradım ve ne yapılması gerektiğini sordum. ilk defa ona işim düşüyordu. genelde mayıs haziran gibi poliçe, kapsamlı, ikame, zorunlu gibi tuhaf kelimelerle aklımı bulandırır ve bir senelik anlaşmayı kopardıktan sonra sırra kadem basardı. ne yapılması gerektiğini söyledi, o sırada fosforlu muhabbet kuşu gibi giyinmiş trafik polisleri geldi. durum, tüm çıplaklığıyla yol kenarına serilmişti. arabayı iple çeken kovboyların anlık kararı sonrası park halindeki aracıma arkadan geçirmişlerdi. güvenlik kameralarından olay anını sekiz farklı yönetmen çekmiş gibi izlemeye bile gerek yoktu. hemen çalıştığım binanın önündeydi, arabama çarpmak için mükemmel yeri seçmişler beni de çok yormamışlardı. merdivenden iner inmez kaza yerine ulaşmıştım. pencereyi açıp arabanın üzerine bile atlayabilirdim fakat doğanı ikiye bölmekten korktum. durduk yere gözdağı vermeye gerek yoktu, karşı taraf zaten şokun içinde yeni şok dalgalarıyla boğuşuyordu.

tutanağı tuttuk, üç nüsha imzaladık, trafik polisleri bu işi hobi olarak yapıyormuş gibi biraz takıldıktan sonra kayboldu. karşı tarafın sigortası karşılayacakmış, benim kaskom delinmeyecekmiş. kaskomun bekaretini korumaya ant içmiş bir şövalye gibi ağır kılıcımla asfaltın üzerinde dolaştım. perşembe günü aracın vizesi için cumartesiye randevu almıştım ve bir gün sonra kaza beni bulmuştu. paramparça doğanı çekiciye bindirip götürdüler, tamir edilecek gibi görünmüyordu. ortaokulda ayağımızla ezdikten sonra top diye oynadığımız kutu kolalara benziyordu. perişan kızı, zarganayı, erzurum'da arıcılık yapan kocasını, perişan kızın ince patlıcana benzeyen kardeşini postaladıktan sonra arabaya "yarınki muayeneden geçer miyiz?" diye fısıldadım, o da önce sanayiye uğrayıp tamponun ayrılan kısmını yerine oturtursak bir şansımız olabileceğini söyledi. ertesi sabah dediği her şeyi yaptım, sanayide eli hünerli bir usta buldum ve adam avucuyla koca tamponu yerine oturttu. şifacılardandı, az konuşuyor ve konuştuğundan da az dinliyordu. dünya'ya sadece dağılan gövdeleri toparlamak için gönderilmiş gibiydi. özüyle biçimi birbirine kaynamıştı. 

araba vizeden tek seferde geçti, sigorta eksper işlemleri başladı, halatlı kovboylarla bir daha görüşmedim, geçen salı doğum günümdü fakat tüm haftayı hasta geçirdiğimden tek bir bira bile içemedim. bazen her şey üst üste gelince, sadece hayatta kalma modunu açıp zamanın geçmesini bekliyorum. pazar nispeten daha iyiydi, ailecek tekne turuna gittik, annem tekne kaptanına rica edip youtube'ta isme özel doğum günü şarkısı çaldırmasa gayet şık bir gün olacaktı fakat beni tanıyan tanımayan herkesin alkışları eşliğinde tiramisudan oluşan tuhaf pastayı kestim. rüzgar iyiydi, pastanın üzerindeki kahvemsi toz sanki küllerimmiş gibi dağıldı ve herkesin ağzına burnuna doldu. pastadan bir çatal aldım, 42. yaşımın şerefine iki de bira çaktım.