sekiz ay oldu. aynı coğrafyada olup da sağa sola bir sal gibi sürüklendiğim upuzun bir sekiz ay. çağlar'ın gittiği gün ana rahmine düşen bir bebek, dünya'nın en güvenli yuvasındaki sekizinci ayını doldurdu ve çağlar'ın bundan 25 sene önce yaptığı gibi 10 temmuz'da dünyaya gelmesine pek bir şey kalmadı. mayısın sonu, temmuzun onu. zamanın, başkası tarafından belirlenmiş bölümleri. acıların üstesinden geldim mi yoksa henüz acı çekmeye başlamadım mı onu bile bilmiyorum, aşılamayacak denli sarp ve yüksek bir dağın ilk adımlarında mıyım yoksa? net cevaplar yok. önkabuller üzerinden gidiyorum. önkabuller, buz tutmuş yamaçlara sapladığım emniyet kazıkları. onlar olmasa bir anda uçuruma yuvarlanır ve sonsuza kadar düşebilirdim. çarpmazdım ama her an çarpabilecek gibi tedirgin beklerdim yıllar boyunca. önkabuller, ışığın girmediği çok derin bir mağaradaki elf ışığım. büyülü sözcükleri söyleyince çevremi görebiliyorum, daha hızlı düşünüyor ve zihnimi meşgul ediyorum. aynı anda, hem imar mevzuatı okuyup inşaatları denetlemeye gidebiliyor hem de bu dünyanın gerçek bir yanılsama ya da photoshop'ta olduğu gibi basit bir layer olduğunu iddia edebiliyorum. geçmişteki bir günü bir kez daha doyasıya yaşarken, emniyete kadar gidip ehliyet almak için parmak izi verebiliyorum. belediye başkanı ciddi bir şeylerden bahsederken, denizliğe konan küçük kuşları izleyebiliyor ve daha önceki hayatımda güney amerika'da bir yerde yaşayıp kavruk tenimle mavi duvarlı eski bir evin önünde kahve içtiğimi hatırlayabiliyorum. böyle olunca, bu dünya'nın gerçekliği ve getirdiği acılar da önemini yitiriyor; başka birisinin gördüğü düş olup olmadığımdan bile emin olamıyorum. doğru düşünmekten başka hiçbir çıkar yolu yok, o yüzden zihnime teslim oluyorum. geri getirmek koşuluyla, beni istediği kadar yükseğe çıkarıp uzağa götürmesine izin veriyorum.
gabriel garcia marquez, douglas adams, jack kerouac, jules verne ve ihsan oktay anar'dan oluşan iyi bir ekibimiz var, güneşin sarısını yol boyunca yediği için rengi hafiften yeşile kaçan mavi bir vosvos minibüsteyiz. yatağanlarını kuşanan yeniçerileri ardımızda bırakalı yüzyıllar oldu, sürekli ilerliyoruz. dosdoğru. denize ulaşıncaya kadar ayağımızı gazdan çekmiyoruz. gündüzleri ben sürüyorum, geceleri de jack. gabriel, adını sakladığı bir melekten aldığı havadisleri küçük kağıtlara yazarken, ihsan oktay da minibüsün arkasındaki eski bir döşekte uzanıp düş görüyor. douglas alaycı bir tebessümle jules'in yazdıklarına göz gezdirirken, jules ise pencereden dışarıyı izleyip çeşitli hesaplar yapıyor. minibüs benim için yavaş, jack için normal, jules için ise inanılmaz hızlı. douglas için ise tamamen bir yanlış anlaşılmadan fazlası değil. telif haklarından gelen paralarla hem yakıtımızı hem de yiyecek içeceğimizi alıyoruz. buz fabrikasının önünden büyük bir kalıp buz aldığımız günler, buz eriyip yok olana kadar rakı içiyoruz, gabriel epey seviyor. dedeme çok benziyor fakat aynı yaşta olmalarına rağmen dedem ondan atmış sene önce rakı içmeye başlamış. belki elli sene önce amerika'dan gelen çalışma davetini kabul etseydi yolları kesişirdi bir kıtanın ucunda, dedem son kalan boğma rakısından bir fincan da dilini bilmediği bu adama ikram ederdi. fakat, nenemin gördüğü rüya onları amerika yolundan alıkoydu. bir rüya, ailemin gerçeğini sonsuza kadar değiştirdi. ben de bu rüyanın içinde başka rüyalar görüyorum işte, bazen yakamozun kıyısına park edip kitaplardan bahsediyoruz. bir tek benim kitabım yok, dolayısıyla teliften hiç para gelmiyor. devlet memuruyken bir kenara attığım paralar suyunu çekmek üzere fakat bunu sorun etmiyorum. dolunay olduğu geceler, jules ile uzun uzun aya bakıp aynı şeyi düşünüyoruz. jack biraz fazla içiyor, döşekte uyuyan ise sadece diğer tarafına dönüyor.
her şeyin bir sebebi olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. bir şey olacaksa olur, olmayacaksa olmaz. eylemin kesinliği, zaman, mekan ve araca bağlı olarak değişmez; eylem vardır ve diğerleri bunun üzerine şekillenir. önce zaman gelip seti kurar, sonra mekan uğrayıp detayları halleder ve araç da işi tamama erdirir. her şey göz kırpması kadar kısa sürer, başkaları buna ömür der. atmosfere giren bir göktaşının yanarak parçalanması ve bir süpernovanın milyarlarca yıldan sonra yok olması arasında pek zaman farkı yoktur. douglas'ın da dediği gibi, zaman sadece basit bir yanlış anlaşılmadır. jules ise zamanda yolculuk yapmanın fiziğe değil zihne bağlı olduğunu ve farklı zamanlarda yaşamış insanların aynı mekanı ya da renginin ne olduğu bir türlü belli olmayan bir minibüsü paylaşabileceğini söylüyor. döşekten doğrulan ihsan oktay ise, zamanı geriye çevirebilecek bir devirdaim makinesinin çizimini dahi yaptığını mırıldanıyor. jack, bütün bunları dinlerken biraz daha içiyor. içmediği zaman sarhoş oluyor ve içmemeye devam ederse durumu daha da ağırlaşıyor. akıl hastanesinden kaçmış bir minibüs dolu adamız, polis ehliyet ve ruhsat sormak için yaklaşırken anında başka bir boyuta zıplayabiliyoruz. muson yağmurlarına denk geldiğimiz zaman, douglas bu kahrolası yağmurların ona ingiltere'yi hatırlattığını bir kez daha hatırlatıyor. bitmeyen yağmurlardan, yağmur sonrası açan güneşten ve hatta gökkuşağından bile nefret ediyor.
eh artık üç uzun paragraftan ve zihnimin bize sunduğu küçük piyesten sonra bilgisayarı kapatıp bizimkilerin yanına gitme vaktim geldi, onların dikkatini küçük şımarıklıklarla dağıtmam ve acıya odaklanmalarını engellemem lazım. iyi idare ediyorum. yeniden karşılacağımız güne kadar da idare edeceğim, hem kendimi hem de kendimden geriye kalanı. mayıs yarın bitiyor ve mayısta sevdiğim gibi aralıkta da seni çok seveceğimi biliyorsun.
3 yorum:
o günü beklemene gerek yok ki. aslında hiçbir şey değişmedi. zaman da mekan da birer yanılsama evet. ruhlarımız hep yanyana sen de biliyorsun. ben iyiyim. gerçekten. bazı geceler yanınıza gelip uyurken izliyorum sizi. geçen gün birandan birkaç yudum aldım. ılık bir esinti ile ürpermiştin ya hani. işte o bendim. aramızda mesafe yok. bunu siz de hissediyorsunuz. hislerinize güvenin, onlar size doğruları söylüyor zaten...
dino buzzati eklenmeli bir de o ekibe. tatar çölü ile kitabıyla
Yorum Gönder