28 Mayıs 2012 Pazartesi

pazartesi üçlemesi


dünya dört buçuk milyar yaşında... insanoğlu ise langır lungur dolaşmaya yaklaşık iki milyon yıl önce başlamış. ondan önce ağaçtan inmek ya da sudan çıkmak konusunda beyin fırtınası yapıp sesli düşünen formların olduğu söylenmekte. haftayı uydurmak ve bunu yedi güne bölmek ise ne dünya ne de insanlık kadar eski. en azından pazartesi sendromu çeken dinozor kalıntılarına henüz rastlanmadığından, bu sendromdan sadece insanlığın suçlu olduğunu, yine kendilerinin uydurduğu tabirle pazartesi sendromunun insanlık suçu olduğunu söyleyebilirim.

ben ise 28 yaşındayım. bu da yaklaşık 1436 tane pazartesi ediyor. istisnasız her pazartesi sabahı, başımın belada olduğunu ve bu sefer hiçbir yere kaçamayacağımı düşünüyorum. yanıp bittiğimi, peşimde olduklarını, bir daha cuma ya da cumartesiye ulaşamayacağımı hissediyorum. bu hisler beni tedirgin ediyor ve pazartesi akşamına kadar tedirgin bir balık gibi masanın kenarında bekliyorum. başımın belada olmadığını anlamam akşamı buluyor, pazartesi akşamı normale dönüyorum. salı günlerinin anlamsız olduğu ve yasaklanması gerektiği konusunda ingiltere kraliçesiyle aynı fikirdeyim, çarşambaları ise haftanın (5 gün ya da 6 gün çalışanlar için fark etmez) ortası olduğu için seviyorum. perşembe, hafta sonunun fermanını getiren yaldızlı bir elçi gibi. cuma ise "tamam bu haftayı da kurtardık" konulu kutlamalarla geçiyor. cumartesi öğleden sonra edilen paydos, cumartesi çalışmanın bel altı yumruklarını bertaraf ediyor ve tek tatil günü pazarda da, haftanın günlerine fazla takmamam gerektiğini düşünecek kadar geziyorum.

ama pazartesi sabah oldu mu, ortalık birbirine giriyor. hele bir ayda beş pazartesi olunca daha bir sinirleniyorum. sana söylüyorum 2011 ocak, ayağını denk al. amına koyayım bir ayda kaç hafta var da ben beş tane pazartesiye girdim çıktım, onu anlamıyorum. 

(31.01.2011)

----

bedenim ruhuma "bugün pazartesi, yatmamız lazım" dediğinde bilgisayarın saati sabah dördü gösteriyordu. yatmayı unutmuş, belki de daha fazla yaşamak için reddetmiştim. yine yağmurlu bir sabaha uyanacak, aynı yollardan işime gelecek ve ilk kahvemi 9.56'da içecektim. yatmak isteyen bedenim, ruhumu çekiştire çekiştire yatağa götürdü. üzerime battaniyemi çekip dört saatlik bir uykuya adım attım.


alarmı altı kere öteleyip, kalkmam gerekenden yarım saat sonra kalktım. gözlerimi açmak istemiyordum, tekrar freelance dönemine geri dönmek düşüncesi neon ışıklarla parladı. günde disiplinli bir 3 saat ile dünyaları çizebilirdim. diğer türlü, haftanın toplamında bile o kadar çalışacak gücüm olmuyordu. lcd monitör, içimdeki tutkuyu yutan bir canavar gibiydi. fazla baksam, beynim çürüyordu.


temiz olan giysilerimi nereye koyduğumu bilmediğimden, k9 gibi koklayarak buldum. gümrüklerde uyuşturucu arayan eğitimli köpek olarak çalışmak düşüncesi geçti bu sefer. günde iki saat koko arar, onun dışında ağacın altında otururdum. belki başka k9'lar bulur, geceleri seks yapardım. sekse en zor ulaşan türün pazartesi işe gitmek zorunda olan başarısız bir şubesiyken, aklıma türlü saçmalıklar geliyordu ama keşke, evden çıkarken yatağıma bir baksaydım.


azap yolumdan yürüdüm, her gün olduğu gibi ters yöne giren bir motokuryenin altında kalmaktan son anda kurtuldum. bu bile sıradan geliyordu artık. çarpsa neyse de, sanki içimden geçti; hayalet kuryeler görüyor olabilir miydim?


olmam gerekenden yarım saat sonra ofise gelip mecburen "günaydın" dedim. kimse dönüp bakmadı, daha yüksek sesle "merhaba" diye devam ettim. sesim bile çıkmadı. "ses tellerimi evde unutmuş olabilir miyim?" derken, bacaklarım da yoktu. bütün yolu boşa gelmiş, bedenimi yatakta unutmuştum. gece yatmak bilmeyen ruhum, sabah kalkmak bilmeyen bedenimle ne halt etmem gerektiğini bilmiyordum ama mouse tutmaktan aciz bir ruh ile akşama kadar çalışamazdım.


mecburen aynı yolu bir daha yürüdüm, daha pazartesi öğlenine varmadan yorulmuştum. odama girdim, paşamız hala yatıyordu. öperek uyandırmak isterdim ama dudaklarım bile ondaydı. gerçekten kötü bir pazartesiydi. sabah on olmasına rağmen, ben beden-ruh senkronunu bile sağlayamıyordum.


birazcık çaba ile ruhum tekrar hakimiyeti eline aldı. yataktan kalktım. giysilerimi koklayarak buldum yine ve aynı yolu bir saat içerisinde üçüncü kere yürüyerek işe geldim. neden geç kaldığımı açıklasam, "yarım saat önce gaipten günaydın duydunuz mu" diye sorsam, beni yadırgayacaklardı. telefon faturamı yatırdığımı, bankada sıra olduğunu söyledim. bu en azından kabul edebilecekleri bir yalandı.


kahvemi biraz geç de olsa içtim, haftasonunu beklemeye başladım. ne güzel hayat lan, daha pazartesi sabahından cumartesi akşamını bekliyorum. elimden hiçbir sik gelmiyor.


(09.03.2009)


----



bugün ile birlikte hayatımın sanırım 1347. pazartesisini yaşıyorum ve hala alışamadım, hala sevemedim şu mereti. tüylerim diken diken oluyor, çizgi çizmek yerine 1983'ten itibaren pazartesileri sayıyorum takvimden. şu haftanın günlerini ve seneleri tam sayı yapsaydınız da kolayca hesaplayabilseydim. 7 ne? 52 ne? 365 ve dört sene de bir 366 ne? 3 kere baştan saydım, yine tam emin değilim. bir hafta 10, bir ay 50, bir yıl da 500 gün olsaydı, her şey eminim daha rahat olurdu. tastamam sayılardan; 10 ve 10'un katlarından ne zaman şaştık, o gün koptu kıyametimiz. tam sayı olmayan pi nedir yahu esteban? madem bu kadar önemli, yapıverin 10. matematikten tek bir çocuk kalmasın, pırıl pırıl olsun ortalık ama kendisine eziyet eden tek canlı olarak, daha da sadistleştik zaman içinde. bu gözler katlı integral, üç bilinmeyenli denklem gördü. x'e bilinmeyen demek, x'in artık bilinen bir şey olduğunu gösterir. dolayısıyla, bir şeyin bilinemiyor olması için adını koymaya bile çalışamıyor olmamız gerekirdi. 


pazartesi'nin bitmesine 2 saat kala


sabah delirmesiyle ne girişmişim yahu. zihnim, kesik kafalı atların çektiği renkli fayton gibi etrafımda takla atmış. neyse kurtulmaya az kaldı pazartesiden. işten kaçıp, kendimi dışarıya attığım sürece hangi gün olduğunun önemi yok. bize hayatı zehir eden yine bizleriz; ben pazartesi depresyona giren lepistes görmedim şimdiye kadar. yarın salı; iyi-kötü sıfatlarından bağımsız, anlamsız işler peşinde koşacağız. sonra bir bakacağız yine akşam olmuş, yuvalarımıza dönüyoruz göçmen kuşlar gibi. nasıl geçtiğini anlamadığımız bir akşamın saatlerinde yuvarlanıyoruz. sekiz saat çalışıyor, sekiz saat uyuyorsak ve gün yirmi dört saat ise, bu geri kalan lanet olası sekiz saat nerde lan? ki o kadar bile uyumuyorum. altıyı geçmiyor. kalan on saat nerede dedim! başka birisine saatlerimi borç veriyor olabilir miyim? sonra toptan gelecekse hepsi problem değil de, şimdi yaşamam gerekenden daha az yaşıyorum gibime geliyor. işe git-işten gel. bir yerde kaçak var, saatler oradan ziyan oluyor. hımm, bunun üzerine düşünmeliyim; belli ki şimdi fazla aklım başımda değil.


(20.04.2009)







Hiç yorum yok: