18 Haziran 2012 Pazartesi

gone weekend

cuma gecesi geç yatmama rağmen cumartesi sabah erkenden uyanıyorum, tezgahın üzerindeki yedi bira kutusu ve nemden nefret eden panpa dışında evde kimse yok. bizimkiler eskişehir'e çoktan varmış, bir gün önce gelmesi gereken kitaplarım ise hala gelmemiş. sıcak da olsa esiyor, kapılar pencereler açık ve cereyana en az tesla kadar önem veriyorum. telefona uzanıp siparişim hangi cehennemde aplikasyonundan, dört tane kitabımın birkaç saat sonra elimde olacağını öğreniyorum. hava daha da ısınacak ve benim bir an önce olimpos'a gitmem lazım. konuşarak işlemci ısıtmak istemiyorum, biraz sakinlik ve sessizlik. evin içinde şuursuzca dolaşıyor ve avucuma doldurduğum suyu panpa'nın kafasından aşağı boşaltıyorum. tüyleri ıslanınca sid vicious'a benziyor benim küçük havacı yarbayım, onu ne kadar sevdiğimi o bir yerlere gitmeden önce söylüyorum. ne kadar güzel bir kuş oldu, aynı dili bile konuşmadığımızdan iyi anlaşıyoruz. aynı dili konuşsak mutlaka fikir ayrılığına düşer, tartışır ve kendi fikirlerimizin daha iyi olduğunu birbirimize dikte etmeye çalışırdık. 

yanımdan tebessüm ile geçip antik kentleri dolaşan turistlerin sessizliğini, slogan atıp tartışanlara değişmem. eğik bir ağacın altında oturup denize bakanlar da, benim için tüm ülkelerin tüm meclislerinden değerlidir.

öğlene doğru önce bankaya sonra kargocuya uğramak için evden çıkıyorum, hedefim arabayla gitmek. arabaya yaklaştıkça seken ısı yüzümü yakmaya başlıyor. kapıları uzaktan açıyorum da kapı kolunu bile tutamıyorum. içerisi lahmacun fırınından biraz daha sıcak, yanımda birisi olmadan ilk deneyimimi de erimiş ellerime kaynamış bir direksiyondan ameliyat ve soğuk füzyon ile ancak ayrılarak tamamlamak istemiyorum. arabadan güneş gözlüğünü alıp gölgelerin gücü adına apartman altlarından ilerliyorum. atm'nin yüreğinden söktüğüm biraz nakit ve sonunda gelen dört kitap. ortalık sarı bile değil, beyaza yakınsıyor. sıcak bir el üzerimize bastırıp boyumu kısaltıyor. evin karşısındaki pideciye sığınıp sabah erkenden ettiğim cılız kahvaltının verdiği destekle 1.5 kıymalı söylüyorum. yan masadaki gazeteye uzanınca, bir sonraki günün babalar günü olduğunu fark ediyorum.

özel günlerimiz artık çok zor geçiyor bizim. akrep, yelkovanı soktuktan sonra intihar ettiğinden olsa gerek zaman duruyor. bayramları, yılbaşını, anneler gününü, doğum günlerini çok zor aşabiliyoruz. bir arada kalmaya gayret ediyor fakat neden hakkında pek konuşamıyoruz. herkes acısını kendisine göre yaşıyor, sadece düşmemek için birbirimize destek oluyoruz. kıymalı pide gelmeden iştahım kapanıyor, babamın yanında olmam lazım. babam da eskişehir'de, kuzenin mezuniyetinde. elimde kitaplar ile eve çıkıyorum. yarım saat sonra, gece 12'de eskişehir'e, bir sonraki günün gece 12'sinde de beni antalya'ya getirecek son biletleri alıyorum. bizimkilere de söylememem lazım eskişehir'e geldiğimi, sürpriz onların dikkatini dağıtabilir.

akşama doğru evden çıkıyorum, hediye alıp verme özürlüsü bir insan olarak mavisi griye kaçan güzel bir tişört bulup hediye paketi yaptırıyorum. servisin kalkmasına daha birkaç saat var, insanların arasında dolaşıyorum. sarı ışığın vurduğu bir bankta kitabın ilk sayfalarını çeviriyor, uzaktan gelen gitar sesini takip ediyorum. bu sefer karanlık bir bank, müziğe daha da yakınım. cemali'den duymak istiyorum tüm gücüyle vuruyor:

tüm acı anıları, bana bırakıp gitme
beni bana ver artık, peşinden sürükleme

duymak istiyorum, duymak istiyorum
kalbimde ruhunu duymak istiyorum.

aylar sonra ilk defa ağlıyorum. usul usul, elimden hiçbir şey gelmeden, karşı çıkmadan, isyan etmeden. sırt çantamda babama aldığım bir tişört ve kulağımda eski günlerden kalma bir şarkı. cemali'den sonra yaşar kurt, yüreğimde birikenleri de gözlerimden atıp hafiflememe yardım ediyor.

seni öldün sandım ruhum, biliyor musun?
sensiz yaşamaya alıştırdılar galiba, özledim.

karanlığın içinden aksak adımlarla bir ihtiyar yaklaşıyor yanıma, elini omzuma atıyor. solgun bir ışıkta onun gabriel garcia marquez olduğunu fark ediyorum "bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse" diyor. gülümsüyor ve servise binmek için tekrar ana caddeye çıkıyorum. siyah-gümüş bir fazer tam önümden geçiyor, bunu bir mesaj olarak görüyorum. 

serin bir eskişehir sabahında, kampüsün önünde inip uzun gölgemle birlikte kuzenin verdiği adresi bulmaya çalışıyorum. ortalıkta adres sorabileceğim pek kimse yok, hava nemsiz ve bitişik nizam apartmanların girişinde kaç yılında yapıldığı ve kimlerin yaptığı yazıyor. biraz da telefonun yardımıyla evi bulup kapıyı açıyorum. şaşkınlık, sevinç ve anlık galeyan! birbirlerini ilk gördükleri andan itibaren çok seven ve iyi gün-kötü gün demeden hep yan yana olan çiftimize sarılıyor, babama hediyesini veriyorum. vardır bir açıklaması elbet çekilen bu tüm acıların. herkese iyiliği dokunmuş bu iki insanın evlat acısıyla imtihan edilmesinin henüz bilmediğim bir sırrı olacaktır.

öğleden sonra, pilav ve felçli tulumba tatlısı ile kutsanmış fen fakültesi mezuniyetine gidiyoruz. canım, üniversite öğrencisi olmak değil de mezun olarak tüm bu beladan henüz kurtulan bir chuck norris olmak istiyor. çaktırmadan kızlara bakıyorum, yürekleri pırpır atıyor ve gururdan göğüs ölçüsü 90d'ye çıkanları mevcut. bölüm birincisi olmak neye yarayacaksa artık? fön çektirenler, makyaja abananlar, yüksek topuklular. çimlerde bağdaş kurup ateş tuğladan binalara bakıyorum, üniversite hayatını pek özlemiyorum. yıldız teknik'i hiç sevmedim, iki sene okuduğum ege ve onun tatil havası çok daha iyiydi. istanbul'da, küçük kampüsten çıkar çıkmaz boğaz trafiği ve keşmekeşin içinde bulurdum kendimi. barbaros'tan aşağı sallanıp 28t ile topkapı tarafına gitmek iki saatimi alırdı. uyur uyanır fakat yine de varamazdım. ara sıra pişman olurdum neden diğer insanlar gibi kaderime boyun eğmek yerine istanbul'a mimarlık okumaya geldim diye. ara sıra da, özellikle sabaha karşı çizim yaparken bu işe yatkın olduğumu ve iyi ettiğimi düşünürdüm.

fakültedeki mezuniyetin ardından, akşama doğru stada on binlerce insanla yürüyoruz. tören başlamadan iki saat önce girmemize rağmen zar zor yer bulabiliyoruz. veliler gururlu, kızını tek başına okutan teyzem daha da gururlu. hayata karşı geri adım atmadan yıllar boyu savaştı, yaptığı kötü evliliğin her şeyi mahvetmesine izin vermedi ve sonunda önemli bir aşamayı geride bıraktı. stad ağzına kadar dolu, güneş şakaktan seri darbeler vuruyor fakat antalya'dan geldiğimiz için şerbetliyiz.

onbinlerce insanın arasından zar zor sıyrılıp barlar sokağından geçiyoruz, tuborg satan harikulade bir yer görüyorum fakat annem, her türlü önemli olayı içmek ile taçlandırmaya çalışmamdan epey rahatsız. dolapta kaysı var diyerek zamanı ve mekanı büküyor, beni perişan ediyor fakat tüm gün manyaklar gibi yürüdüğümden olsa gerek, arjantin bardakta bir bira için tüm atlarımı bağışlayacak durumdayım. otobüsüm birkaç saat sonra kalkacağından ısrar etmiyorum, batan güneşin ardından enfes bir serinlik eskişehir'in bakımlı caddelerinde dolaşıyor. ekime kadar gün yüzü göremeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleşiyoruz, çok sıcak olacak fakat serin koyların nerede olduğunu biliyorum.

gece 12'de antalya'ya dönmek için bizimkilerle vedalaşıyorum, babam "iyi ki geldin" diyor. onlar pazartesi çıkacakken ben tam 24 saat sonra tekrar otobüse kuruluyorum. kahrolası telefonun şarjı yine bitik, koltuk arkası ekranların usb girişinden enerji alıyor ve jeff buckley dinleyerek yola çıkıyorum. lover, you should've come over çalarken de yorucu bir günün ardından gözlerimi kapatıyorum.

hiç konuşmadan geçireceğimi sandığım hafta sonum, binlerce insanla bir tribünde istiklal marşı söyleyerek geçiyor. sabah erkenden olympos'un önünden geçerken de, işime epey geç kalacağımı fark ediyorum.


5 yorum:

Adsız dedi ki...

bin yil sonra bana da hatirlattin cemali'yi. dinliyorum. "duymak istiyorum"

Adsız dedi ki...

o kıymalı boğazımda kaldı yemin ediorum

Adsız dedi ki...

kıskandım bu sevgiyi hem de çok... hiç bir zaman kuramadığım, bulamadığım ve bulamayacağım aile sevgisi, ardına kadar açılan ve seni kucaklayan yuvan, ve onlara fesatlıkla bakan ben. sana bir şey söyleyim genç adam dünyanın neresine gidersen git ertesi hafta ay yıl koşarak döneceğin yer o sıcak yuva çünki yok bulamazsın böyle dinginliği huzuru ve aileyi. mesajımı yayınlama lütfen. 40 yıldır görmediğim yaşamı senin satırlarında tüm yazılarında okumak ve senin adına sevindiğim için -şanslısın- yazmak istedim.ve gerçekten güzel yazıyorsun.

Adsız dedi ki...

aslında çok şey yazmak istiyorum sana fakat bir şeyler düğümleniyor resmen.. birini hiç tanımadan acısına ve sevincine bu denli ortak olabilmek o kadar tuhaf ki... ve her seferinde tuhaf tesadüfler yaşamak, aslında hayatta hiçbir şey tesadüf değil, değil mi mies? :) kahve fincanımın altında bile kocaman bir 'mies' yazısı varmış, yeni farkettim :)
bir gün bir yerde karşılaşmak ve tanışmak dileğiyle, şimdilik hoşçakal :)
(bu arada ailen de sen de çok şanslısınız, kıymetinizi bilin, iyi bakın birbirinize :))
julien..

mies dedi ki...

@adsız 3-4

benim adıma sevinecek bir şey yok ki, sadece kendimi oyalıyorum. mevcut gerçeği ancak yazarak biraz değiştirebiliyorum, onun dışında masif bir boşluktan başka bir şey yok. acıya ya da sevince ortak olabilmeye de pek inanmıyorum açıkçası, ben babamın acısına bile ortak olamayıp kendi acımı çekiyorum aylardır. anneme de keza. bir gün bir yerde karşılaşırsak, etrafıma pek bakmadan geçip gideceğimi bilmeni isterim. julien?