"bu sabah tıraş olmak için banyoya girdiğimde, aynadaki yansımam çoktan yerini almıştı. biraz yaşlı gördüm, hafiften kiloluydu. bir gün tıraş olmak için aynaya baktığımda 43 yaşında bir amca göreceğimden endişe ettim. küçük bir kız çocuğu, kapıya vurup "baba hadi çıksana artık, daha okula bırakacaksın beni" derse problem olmaz da, hala çift kişilik dağınık yatağımın boş tarafında kitaplar varsa içimde bir şeyler kopup gider...
bugünkü diyalog, zaman üzerine geçti. iki gün önce haftanın son günüyken, bu sabah nasıl olur da haftanın ilk günü, iğrenç bir pazartesi sabahı olur diye aynadaki adama sordum. zamanda ilerlemem gerekirken, her pazartesi sabahı ölüp her cuma akşamı diriliyorum. miladi takvimin yanlış tasarlandığını, yeni yıl hazırlıkları arasında aceleye geldiğini söyledi. buna çok fazla takmamam gerektiğini, yıllardır her pazartesi, ölmek isteyen bir insan görmekten bıktığını ekledi..."
22 aralık 2008. istanbul.
ve bu satırların yazarı artık 43 yaşında bir amca. öncelikle 26 yaşındaki halime, amca senin babandır, ağzını topla demek istiyorum. küçük ite bak, oradan havlayıp durmuş. ulan ben senin ne haltlar yediğini, kırmızı tuborg kutularından piramit yapıp salonun ortasına diktiğini, okulu uzatıp da evdekilere yüksek lisansa başladığın yalanını söylediğini bilmiyorum muyum? neyse ki barış yanlısı bir adamım, yeni cephe açmaya gerek yok. kehanet isabetinde ise evlere şenlik durumum devam ediyor. çocuğun cinsiyetini yüzde elli ihtimalde bile tutturamamışım. bir de bu bahtsızlıkla bahis falan oynuyor, tüm camiayı kendime güldürüyorum. cumartesi üst olur, brighton gol atar, karşı taraf da buna karşılık verir, maç kontrolden çıkar kehanetim maçın 0-0 bitmesi ile bir şenliğe dönüştü. sanki benim bu seçeneklere bahis oynadığımı az önce haber alan futbolcular, sürekli geri pas verip top çevirerek maçın başladığı gibi bitmesini bekledi. doksan dakikalık bir komedi filmiydi ve sonunda ben öldüm. bazı takımları, ligleri ve ülkeleri kara listeye alma zamanım geldi de geçiyor.
43 yaşındaki bir amca olarak, en uzun gecenin sabahında epey zor uyandım. hava yağmurluydu, çift kişilik yatak can pazarı gibiydi. boş yer yoktu, yorgan üzeri star wars battaniyesi ile ancak ısınabilmiştik. klima havayı kurutuyor ve hastalığa davetiye çıkarıyordu. elektrikli battaniyede ise kendimi tost makinesine son kez basılmış bir dürüm gibi hissediyordum, sıcaklık beni delirtiyordu.
artık tıraş olmadığımdan, aynada fazla zaman geçirmiyordum. soğuk suyla yüzümü yıkadım, çocuğu okula bırakmıyordum, servis bunu hallediyordu. eve kira vermekten ve aileme yalan söylemekten de kurtulmuştum. salonun ortasında kırmızı tuborg piramiti de yoktu, dolapta bir tane kalmıştı. önceden ertesi güne tek bir birayı bile canlı bırakmazken, şimdi haftasını dolduran biralar oluyordu. zaman geçip gidiyordu, on yedi sene sonrasına bir şeyler sallamaktan ise çekiniyordum.
şaka maka atmış yaşında olacağım, belki bir sallanan koltuk ayarlarım verandaya. kucağımda star wars battaniyesi ve bir de kedi. gabor'un soyundan huysuz mu huysuz, negatif, yaşama duyduğu soğukluğuyla çevredeki tüm fareleri donduran muhteşem bir kedim olur. ne zaman okuyacağımı bilmediğim ama almaya devam ettiğim kitaplarımı işte o zaman okurum. kedi, kış güneşinde huzurla uyuklar. ben bir sayfa daha çeviririm ve on yedi yıl sonrasını, yetmiş yedi yaşında olduğum evreni pek de aklıma getirmeden uyuklarım kedinin peşinden.
aynadaki adamlarım da çok ses çıkarmadıkları müddetçe, o pencereden dünyayı izleyebilir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder