o saatlerde okulda olması gereken bir çocuk, yemek vitrininden itinayla seçtiğim birkaç çeşit yemeği masama getirdi. restoranın neredeyse yarısı doluydu; içerdekileri, sokaktan geçenleri, yolun karşısındaki dükkanların sahiplerini tanıyordum. ufak bir yerde bu kadar uzun süre yaşayınca insanları, önceleri ve sonralarıyla, oraya nasıl geldikleriyle biliyordum artık. berberim, öğle arası için çocuğunu okuldan motoruyla almış ve dükkanına gidiyordu. yan masada, yeryüzünün en üçkağıtçı müteahhitlerinden birisi vardı; adam o kadar şirazesinden çıkmıştı ki, mevcut adı ve soyadıyla devam edemeyip mahkeme kararıyla kendisine gıcır gıcır bir ad-soyad takımı diktirmişti. bunları biliyordum çünkü isim değişikliği ruhsatını dahi ben yazmıştım. bıyıkları da kestirmiş, şahken şahbaz olmuştu. dolandıracağı yeni kurbanların hasreti ve iştahıyla yemeğine yumulmuştu. onun varlığına bile tahammül edemediğimden, yemeğimi hızla bitirip kendimi sokağa attım. nereye gideceğimi bilmiyordum ama isminin birincisi, parkların efendisi ve yaşayan her şeye olan nefretiyle kalbimi kazanmış gabor'u görmeye gidebilirdim. ona her geçen gün daha da bağlanıyordum; özellikle yazısını yazıp fotoğrafını da çektikten sonra kadim köprüleri kurmuştum. o köprülerin altından ne kadar yıl akarsa aksın, gabor müstesna bir yerde hep benimle olacaktı. parktaki köşelerine dahi yeni isimler koymuştum. ferforje kemerli bir girişi vardı parkın, orası kemeraltı'ydı. kimseye görünmemek için saklandığı bitkiler ise çalıdibi'ydi. yıkık bir kolonun üstünde sfenks gibi akşamı karşıladığı bölge ise brütüstü'yü. brüt betondan yarım kalmış bir platformu vardı, akşam yemeklerini de orada yerdi. işten çıkınca hemen markete uğrar, ona sığırlı yaş mama alırım. 34.90 lira. geçen gün indirime girip 22.90'a düşmüştü ama fiyat önemli değil. gabiçko, iştahla yalayıp yutsun benim için yeter.
yeni adı ve soyadıyla yeni kurbanlarını bekleyen heriften hızlıca kaçıp parka yürüdüm, gabor bazen orada olmazdı. nerede olduğunu da kimseler bilmezdi. sırı dökülmüş bir aynanın arkasından tüm dünyayı huzursuz gözlerle izler, iyi bir güneş yakalarsa da o ışıkta uyurdu. bütün bu huysuzluğuna rağmen, beni severdi. ona zarar vermeyeceğimi bilir ve gbçko diye seslendiğimde yanıma gelirdi. kendisini sevdirmekten hoşlanmazdı, bacaklarıma da dolanmazdı. ideal mesafeyi her zaman milimetrik olarak ayarlayan bir bilimkedisiydi.
fakat bu öğlen, çalıdibi mevkisinin güney yamacında yarı açık gözlerle şekerleme yapıyordu. sessiz harflerini ünledim, kafayı kaldırıp bana baktı ve yaklaştı. aç olabilirdi, burada bekle gabiş deyip hemen markete girdim, üçtür sığırlı mama alıyordum, belki bıkmış olabilirdi. o yüzden tavuklu aldım. brütüstü'nde beni bekliyordu. patilerini birleştirmiş ve kuyruğunu da altına almıştı. yemeği görünce sevindiğini hissettim, gabirello benim aklımı esir almıştı ve ona hizmet etmekten inanılmaz bir haz alan finansal köleye çevirmişti. paketi açtım, mamayı sanki bir adana kebap sunarmış gibi uzunlamasına serdim önüne. iştahla yemeye başladı, minik pembe dili ve hırıltısı her zamanki gibi dünyalar tatlısıydı. hiç miyavladığını duymamıştım, bir sıkıntısı varsa onu veterinere götürürdüm. yalnız bir kediydi, kimseden hiçbir beklentisi yoktu, fırtınalı yağmurlu gecelerde bile ertesi güne ulaşmasını bilen usta bir kaptandı ama yine de karşılıksız seviliyordu. ona zarar vermeyi aklından geçireni bile duvara çivilerdim, onu korurdum, onu korumak için vücudumu siper etmekten bir an olsun şüpheye düşmezdim.
gabiçko'yu parkta bırakıp aynı yerleri bininci kez turladım; zulkarneyn isimli tekne kızağın üzerinde okyanusa döneceği günü bekliyordu, dört yavru kediden oluşan dik kuyruklar çetesi yine teknelerin arasında oynuyordu, kötü granül kahveyi yetmiş liraya satan kahveci sinek avlıyordu. balıkçı tekneleri sanki el ele bilinmez bir oyun oynuyordu suyun üstünde, ahenkleri yerindeydi. dünyanın bu kısmı, 4 aralık 2025'te tıngır mıngır sallanıyordu. dünün aynısı, yarının benzeriydi...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder