26 Haziran 2012 Salı

şeytan işi

on kişilik küçük bir teknenin en ucunda elimde birayla oturmuş, durgun ve dalgasız lacivert bir denize bakıyordum. adrasan'dan olimpos'a uzanan küçük koyları sırayla gezdikten sonra başladığımız noktaya geri dönüyorduk; denize uzanma şekli her koyda değişen dağlar, sürprizli bir coğrafya yarattığından her köşeden başka bir güzellik çıkıyordu. ufkabakan'ında adalara doğru hafif bir büyü rüzgarıyla sürüklenen ged gibiydim. ailemle güzel bir gün geçirmiş ve karasallığımı üzerimden atmıştım. karaya, paraya olduğu kadar ihtiyacım yoktu ve avucumdaki tuborg gold'u bana denizin ortasında ulaştıracak tek şey paraydı. tekne sahibine iki kasa tuborg'u tekneye çıkartacak tek şey de paranın itme gücüydü. dolaba gidip bir tane daha şişe çekip çıkardım ve sanki milyonlarca yıl önce denize saplanmış bir göktaşı gibi duran kayaya baktım. hayatımı dondurmak isteseydim, geçen pazar akşam üstünün sonsuzluğunu seçerdim.

sanki berbat geçecek bir haftanın ikramiyesini peşin almışım, daha pazartesi öğlen olmadan dayrede yeterince gerginlik yaşandı. herkesin kendisini kurtarmaya çalıştığı sekanslardan biriydi, bana titanic faciasını hatırlattı. beşeriyat işte, küçük hesaplarla geçen koca ömürler. sonsuza kadar yaşayacağı sanrısını karakter edinenler. öğlene doğru müteahhit ile toplantıya gittik; koruk dolu bir asmanın gölgesinde bulgur pilavı ve barbunya, sanki anadolu'da geçen bir romanın ortasından birkaç sayfa. projeyi kendimden emin tavırlarla bir kez daha anlatırken, beşiktaş'tan aldığı ruloları proje dersine yanan gözlerle yetiştirmeye çalışan eski halim bir an gözümün önüne geldi. sıkıntı her zaman vardı ve olacaktı, etrafımı saran bu plazmadan ancak belli zamanlar küçük de olsa bir tekneyle yahut denize doğru uzanan eğik bir ağaçla kurtulacaktım. bu dünyanın ne acısı bitecekti ne derdi ne de omuzlara yüklediği yeni sorumlulukları. mevzuattan yakanı kurtarsan yönetmelik çelme takmaya çalışacak, en azından cumartesi çalışmıyorum diye kendini avutacaktın.

öğleden sonra, son dört yüzyılını klasörün içinde büyük bir huzurla geçirmiş olduğuna emin olduğum statik projesini bir anda gözden kaybettik. klasörün iki yakasını bir araya getiren ipleri çözer çözmez, lanetli bir firavun gibi kaçıp gitti. beş kişi beş koldan statik projeyi aradık fakat bulamadık, yer yarılmış içine girmiş hortum çıkmış da göğe yükselmişti koyduğumun projesi. şeytan kpss ile henüz atanmış ve tüm gücünü mesaiye vermişti sanki. projeyi bir gün sonra, arşivdeki bir klasörün en az atmış yıldır açılmadığına emin olduğum kapağının altında bulduk. o sırada projeyi bulduğuma sevinmedim çünkü, masamın üzerinde olduğuna yemin edebileceğim anahtarlarımı ve onlara ilişik usb belleğimi kaybetmiştim. anahtarlarımı almadan gelmiş olmama imkan yoktu çünkü onları, cep telefonumun korumasız ekranına saldırmaya çalışırken son anda sakinleştirmiş ve siktirin gidin lan buradan diye masanın ucuna yollamıştım fakat yoklardı. koşarak kaçsalar bile şangırtılardan yakalayabilirdim, saatlerce arayıp umudu kaybettikten sonra anahtarları tuhaf şekilde mezarlık ihale klasörünün halkasına geçmiş bir şekilde buldum. şeytan, ilk günkü çekingenliğini atmış ve kendisini katlayarak devam etmişti. sinirli, yılgın ve tehditkardım. yazıcı kağıt kusuyor ve sürekli yeni demlenmiş çay geliyordu. bir şeker atıp karıştırdıktan sonra bardağı uzaklaştırıyordum. görevlendirme yazısı ve bir yere kaçmadığı halde kaçak yaftası yiyen yapıların makus kaderi. bir tımarhanede elim kolum bağlıydı sanki ve tüm bunlar sakinleştirici kanıma karışmadan önce gördüğüm karmakarışık düşlerdi. saate bir saat önce bakmış ve günün bitmeyeceğini düşünmüştüm, saate yeniden baktığımda durmuş olduğunu fark ettim. bilgisayarın sağ altına uzanmaya üşenen gözler, duvardaki saate takılı kalıyordu. mesainin bitmesine birkaç dakika kaldığını görüp tüm evrağı raflara yerleştirdim. bir an önce kaçmalı ve eve vardıktan sonra müzik dinlemeliydim. bir şey yemek istemiyordum, dört bira beni kutsardı fakat annem kesinlikle çileden çıkardı. hele ki pazar günü kapasitemin birazını görüp dehşete düştükten sonra. oysa pek içmemiş, diğerlerini beklemiştim.

kendisine üçüncü feridun diyen deli bir padişah gibi eve gelip gömleğimi fırlattım. kahrolası kumaş pantolonum ve kemerle uyumlu ayakkabılarım. mimar beyliğim. oturma odasında misafir varmış, bir merhaba bile demeden transit geçtim. panpa, sıcaktan yılmış ve daha kuzeydeki ülkelerinin serin düşleriyle nemli gerçeği kaybetmişti. ben ise sodayı, viski soda niyetine içmeye başlamıştım. alkolik değildim fakat biraz içince dünyanın en şeker insanı olmakta idim.



10 yorum:

Adsız dedi ki...

cezayirli terzi amca ne oldu? antalya'da kaldi biliyorum ama guzel adamdi sanki, hakkinda biraz daha okumak iyi olurdu..:)

Adsız dedi ki...

bayılıyorum yazılarına, sana ama çok içme ya hastalanacaksın diye korkuyorum.

mies dedi ki...

cezayirli terzi amcayı, ofisin altındaki dükkanında bıraktım. belki başkasına diyordur artık dünyayı gezmek gerektiğini. bir ara hayatıma bir şekilde giren portre serisi yapayım. çok içemiyorum ki. birkaç biranın edebiyatını yapıyorum sadece abartıyorum.

Adsız dedi ki...

bu fotoğrafı sen mi çektin yoksa başka bir yerden mi? merak ettim bu şekilde poz vermeyi kabul eden hatunları. sahiden ailen-ler mi?

mies dedi ki...

evet ben çektim, tuborg fotoğrafıyla kafayı bozan başka adam yok sanırım benden başka. bu şekilde poz vermeyi kabul eden hatunlar dediğin de kuzenler ha.

zamka dedi ki...

başgan tweet yok mu artıkın?

adonisas dedi ki...

sözlükte bir adet mesajınız var ;)

mies dedi ki...

@zamka twitter olayı bitti gibi, ara sıra aklıma aforizma gelse de "saçmalama lan" diye kendimi sakinleştiriyorum.

Adsız dedi ki...

neden yazmıyorsun ki?

Adsız dedi ki...

"Bloğuna arada bir şeyler yaz" diyene de bak hele. Bir ay olmuş miyez reyiz!! Nerde bu devlet!! :)