insanlığın kısa tarihi, benim nasıl olduğunu o sırada uyuduğum için pek anlayamadığım şekilde son bulmuştu ve sayamayacağım kadar çok insanla büyük bir kapının önünde beklemeye başlamıştık. büyük kapının, sorgu odasının kapısı olduğunu içeriden çıkan ilk insanın kekelemesinden anladım. rengi gitmişti ve hangi dili konuştuğunu unutmuş gibiydi. sorgu zamanı başlamıştı ve yaşam boyu yaptıklarımızın hesabı içeride bizzat tanrı tarafından kesiliyordu.
ilk çıkan insan, cehennemle müjdelenmişti ve korkudan ne yapacağını bilemiyordu. bir yanlışlık var deyip ortalığı birbirine katacakken yetkililer gelip aldı. yaşarken tek yaptığı enseden saç uzatmak mıymış neymiş, tam anlamadım. ikinci çıkan insan ise yumruk yapıp yess dedi. hristiyan olmasına rağmen cennete girebilmişti ya da sevinç gösterilerini ingilizce yapan sıradan bir insandı. her şey ok'di sanırım onun için, dublajlı bir hayat yaşamış olmasının diğer tarafta fazla olumsuz bir tarafı yoktu.
zaman geçtikçe insanlar kapılardan çıktı, ölmeden önce son yaptıkları şey delicesine içmek olanlar bunu bile beceremedi. kapıdan sekenleri görevliler topladı ve ayılmaları için seri tokatlar attı. tokadı yiyenler kendine geldi ve artık nereyle müjdelenmişse oraya götürüldü. nüfusu elli binin altında olan ilçelerde içki rekortmeni olan ayyaş bahri, küçük bir şiltle ödüllendirildi. şilti kafasına dikmeye çalışması kalabalık tarafından çılgınca alkışlandı.
sonunda sıra nasıl olduğunu anlamadığım şekilde bana geldi. sıranın alfabetik ilerlediğini ve yerküre zamanına göre en az üç milyon yılım olduğunu zannettiğimden, büyük bir paket çekirdek almıştım. her gün iki bin tane yesem bile bitmeyecek gibi gözüküyordu. dudaklarım morarmış ve şişmişti, zebani kadrosundan işe girebilirdim fakat yaşarken bile çalışmakla ilgili ciddi problemlerim olmuştu. bunu sonsuz hayata taşımak istemiyordum. çekirdeği bir arkamdakine verdim ve fani dünya'da da yanımdan ayırmadığım bir kasa tuborg'la kapıdan içeri girdim. tuborg'la iş görüşmesine gittiğimde bana hediye ettikleri 24'lük kasayı asla açmamıştım. nereye gitsem yanımda götürmüş, yavrusunu taşıyan bir kanguru gibi davranmıştım. o kasadan bir kutuyu çekip çıkarsam ardı arkası kesilmeyecekti ve bir öğleden sonra tamamen yanlışlıkla bir kasa bira içecektim. buna asla cesaret edemedim, dünya tarihi bittiğinde ben de ayağımın dibinde bir kasa birayla kendimi diğer tarafta buldum. sırada da içmek istemedim, çünkü hepsi ılımıştı. "pardon, bunları nerede soğutabilirim?" diye yetkililere sorsam, anında cehennemle müjdelenebilirdim. o zaman ılık bira bile çölde vaha gibi kalırdı.
kimseye bir şey demeden, kucağımda kasayla içeri girdim. tuborg bayisinden göndermişlerdi sanki, kasayı bırakıp dünya'ya geri dönecektim.
"gel bakalım genco" dedi ruhani bir ses. şık bir ahşap perdenin arkasından gelen sese doğru yürüdüm, durmam gereken yer işaretlenmişti. pahalı mermerden zemin vardı ve tek parça halindeydi. bu mermeri oraya nasıl getirdiklerini sormak istedim fakat "burada soruları biz sorarız" artistliğinden çekindiğimden sustum.
sorgu sonunda başlamıştı, yaşam boyu yaptığım iyilik ve kötülüklerin hesabını birazdan verecektim fakat hiçbirisini hatırlamıyordum. genelde beklemekle ve sıkılmakla geçmişti ömrüm. ergenliğimin geçmesini battaniyenin altında, gençliğimin bitmesini de bilgisayarın karşısında beklemiştim. çocukken yaptıklarım da hesaba dahil değildi sanırım. hayatta yaptığım en büyük kötülüğü düşündüm, aklıma bir şey gelmedi. iyiliği düşündüm, oradan da bir ipucu yoktu. okula gitmiş, askere gitmiş, işe gitmiş, bunlardan arta kalan vakitlerde biraz tuborg içip hayal kurmuştum. "şimdi ne yapmam gerekiyor" diye yukarılara bakıp başkalarını bile kendi hayatımın derme çatmalığına bulaştırmaya çalışmıştım. fakat hepsi geride kalmıştı ve milyonlarca insanla birlikte sonunda tüm kitaplarda bahsedilen güne gelmiştim.
zaten sessiz olan mermerli ve ahşaplı salon biraz daha sessizleşti ve sorgu, ilk soruyla başladı. çalıştığım yerden gelmişti ve tam olarak şuydu:
"neden tuborg?"
"çünkü" diye cevapladım. çünkünün yeterli bir cevap olduğunu kabul etmediler ve "çünkü ne?" diye sordular.
"bütün bu hikaye gerçekten çok uzun, zamanınız var mı?" diye devam ettim, bana yeterince zamanın olduğunu hatta zamanın dünyalıların uydurması bir şey olduğunu söylediler. "buzdolabı var mı, şu kasayı koyayım da soğusun" dedim, "buzdolabı da siz dünyalıların uydurmasıydı" dediler. sonsuza kadar taşıyacağım ılık bira lanetim olmuştu ve daha ilk sorudaydım. kaç soru olduğunu bilmiyordum ve sözlülerden her zaman nefret etmiştim. "yazılı olarak anlatmak istiyorum, bu önemli" diye meydan okudum.
"bir cevap ver de nasıl verirsen ver" dedi davudi ses. ilk günden yıldırmış ve sinirlendirmiştim. bütün bunları anlatabilmem için bir bloga ihtiyacım vardı ve "neden tuborg" sorusunu ancak bu şekilde cevaplayabilirdim. buzdolabının olmadığı bir yerde, bilgisayar ve internet bağlantısı da olmazdı muhtemelen.
"internet var mı?" diye sordum.
"sen ne pis bir adammışsın" diye anında yanıt geldi.
ilk soruya cevap almaları için kesinlikle dünya'ya geri gönderilmeliydim ve tüm bu macerayı yazmalıydım. bu fikrimden onlara bahsederken, yekpare mermer çatlamaya başladı. milyarlarca liralık zarar vermiştim daha ilk bir saatten fakat sorgu gününde her şeyin cevabı verilmeliydi.
"tamam git, ne halin varsa gör. hangi tarihe gönderelim seni?"
"26 ağustos 2010 bence iyi bir tarih, geri kalan günlerimde sorduğunuz soruyu yanıtlamaya çalışacağım ve bir sonraki sorgu gününe yetişeceğim inşallah!"
"inşallahla maşallahla kendine avantaj sağlama genç, yaşarken ne yaptığını hepimiz dev ekranlardan izledik"
gerçekten başım beladaydı fakat bana sunulan ikinci şansı iyi kullandığım takdirde her şey olmasını istediğim gibi olacaktı. belki gelirken buzdolabı bile getirebilirdim, belki de biraz elektrik ha? tek yapmam gereken, şu soruyu iyi cevaplamak ve iyi bir insan olmak için elimden geleni yapmaktı.
sorgu odası birden gözden kayboldu, tuborger.blogspot.com yazılı adres çubuğunun altında gri bir zemine bir şeyler yazarken buldum kendimi. tarih tutuyordu, geri gönderilmiştim.
nerden başlamam gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu fakat diğer tarafa verilmiş bir sözüm vardı.
4 yorum:
güzeldi! :)
Neden Tuborg? Çünkü % 100 malttan :)
Hergün Tuborg (ve tabii karşısındaki Efes'in önünden geçerken içime çekiyorum kokuyu - kimi zaman çok kötü-) sonra yine tubaorg diyorum
yolun açık olsun...
Tavsiye uyup mesai bitiminde tuborg alıp eve gidecektim ancak işyerinde son iki saat öyle yoğun geçti ki çıkışta düşünebildiğim tek şey beni şu sıcak havalardan bi nebze de olsa kurtaran klimamın odaya verdiği ferahlık neticesinde rahatça uykuya dalmaktı. Nitekim öylede oldu. Öğlen kalktığımda çok yanlış bir şey yaptığım hissi vardı üstümde, ne yapmıştım? Ne yapmış olabilirdim? Küçükken başıma bela olan uyurgezerliğimi ve adam öldürmüş olma olasılığını düşünürken twitter da buldum kendimi. İşte o ana kadar düşünemediğim en büyük günahı işlemiştim. Tuborg ile buluşmamı ekmiştim. Bilgisayarı kapatmadan üstümden bir şeyler çıkardım malum sıcak havalar, alelacele masanın üstünde haftalarca birikmiş olan bozuk paraları topladım ve en yakın bakkala gitmek üzerine yola koyuldum. Bakkala ulaştığımda feci sıcaklardan dolayı 4 litre terlemiştim bile, 4 litre sıvıyı kapatabilmek için kaç tane tuborg almam gerektiğini hesaplarken içeri girdim. Hızlıca alkollerin olduğu dolaba gittim. Tuborg, tuborg nerdesin nerdesin. Efes değil Tuborg... Haydaaa Tuborg yok. Bakkala "Abi Tuborg yok mu yahu?" diye sorduğumda "Hayırdır oğlum sen bira içmezdin" gibi küçümser bir cevap geldi "bira değil abi, Tuborg abi" dedim. Sonra çektim gittim bakkaldan tabi küçük boy su aldıktan ve bir kaç gün öncesinden kalan ufak meblağdaki parayı ödedikten sonra.
Nasıl bir marketti yahu bu? Tuborg yokmuş, hah güleyim bari. Hafızama ve yön duyguma güvendiğim ölçüde ikinci bakkala doğru yolladım. İkinci bakkalda da de bulamamıştım hatta bakkal sahibinin "Pek fazla Tuborg gitmez burada" demesiyle iyice dellenmiştim.
Hayda Bre üçüncü markete doğru adımları atmaya başladım. Orada olmayışı kalbimi üçüncü kez paramparça etmiş, ümitlerimi giderek azaltmıştı ama yılmadım, usanmadım. Efese kanmadım ve dördüncü beşinci markete gittim. Her gittiğim markette olmayışı beni biraz daha cesaretlendiriyor içeceğim Tuborg'u biraz daha güzelleştiriyordu.
Doğru sayabilmişsem on beş tane bakkal-market-süpermarket gezdim. Hiç birinde Tuborg bulamadım. Sanki bir önceki gün onu ektiğim için elini ayağını çekmişti bu diyarlardan, kaçmıştı benden. Telefon numarasını bile değiştirmişti. Yoktu...
Ben ne yaptım diyerek evin yolunu tuttum. Tuborg'a yaptığım saygısızlığı nasıl telafi edeceğim bilemiyorum. O yüzden Tuborg Tanrısına danışmak istedim, ne yapacağım ben ey Tuborg Tanrısı?
Yorum Gönder