11 Nisan 2025 Cuma

olağan şüpheli

bugün iki kez imza attım. 

ilkinde, adımın soyadımın altında komisyon başkanı-mimar yazıyordu diğerinde ise şüpheli. ilkinin fotoğrafını çekip anama göndersem, bağırlı güvercinler gibi kabarıp guburuk diye ses çıkarırdı. ikincisinin fotoğrafında ise buz keser, bildiği duaları okur ve epey dua bildiği için de bu onun saatlerine mal olurdu. o yüzden endişe ya da neşe vermek yerine sadece sakin kalmaya gayret ettim ve savcılık soruşturmasını ustalıkla savuşturup tutuklanmaya sevk edilmeden işe geri döndüm. yazacak pek zamanım kalmadı ama yine de tarihe bir not düşmek lazım, fosforlu bir muhabbet kuşu olsaydım bütün bunlarla boğuşmak yerine marulun içinde aşk dansları yapar ve yaşamı kutlardım. bugün yaşamın kutlanacak pek bir tarafı yoktu, ülke ağır bir yorgan gibi haftalardır üzerimde zaten bir de üzerine savcı görmek ateşi iyice harladı. 

herhangi bir suçum ya da ihmalim yok, bütün kötülüklerin kavşak noktası müteahhitlerin başıma sardığı ince bir çorap sadece ama yine de adımın altında şüpheli sıfatını görmek, içimdeki muhabbet kuşunun rengini kaçırdı. gri ve tonlarında bir kuşla adliyeden çıktım, kırlangıç fırtınasından arta kalan birkaç rüzgar hala denizi kışkırtmaya çalışıyordu, tankerler açıkta demirlemişti. doğa yine kendi halinde ne de güzel yaşıyor ve yaşatıyordu, biz ise tüm kurumlarımızla birbirimizin başına bela olmaya kaldığımız yerden devam ediyorduk. araba tasarımcısı olmak için mimarlık okurken kendimi kaderin ördüğü kilim desenli kazağın içinde, bir devlet dairesinde bulmuştum. diğer masadakiler bana pek benzemiyordu, yeni aldıkları ajda bileziklerini şıngırdatıyor ve birbirleriyle sürekli konuşuyorlardı. konuşacak ne kalmıştı, tüm hayatımız burada geçiyor, evlere sadece yatmaya gidiyorduk. tüm kristal sabahlar, tüm yayvan öğlenler ve vanilya akşam üstleri hep burada tamamlanıyordu. bizden geriye kalanları, cami avlusundaki dinci güvercinlere dağıtıp öyle yola devam ediyorduk.

adaggio'nun yaylıları yükselirken, parmaklarım bir arzuhalcininkiler gibi klavyenin üzerinde dans ediyor. kendime öfkeli değilim, sadece şüpheli sıfatından uzak duracak kadar akıllı davranmalıydım. bir türlü öğrenemedim politik davranmayı, aradan sıyrılmayı ve tehlikeyi sezmeyi. aklım beş karış havada, bedenim ceviz masada, suratım bir lahitteki yüz gibi asırlardır donakalmış. buzdolabının kapağını açıp engin bir coğrafyayı izler gibi uzun uzun bakıyorum ve neyi ne için yaptığım asla aklıma gelmiyor. tereyağı mı alacaktım, soda mı açacaktım, eylemin sebebi neydi? o sırada germen kabileleriyle tuna sınırında bir cenge tutuşmuş marcus aurelius'un aklından geçen zamansız bir düş müydüm? çadırında notlarına devam ederken, mum ışığında sönüp giden bir yanılsama mıydım?

bir ara temize çekerim diye aklımın nemsiz dehlizlerine tulum peyniri gibi bastığım hikayeler, unutulmaya yüz tuttu. kaç mevsim gerekiyor onların demini alması için bilmiyorum. deneme yanılma ile ancak bu kadar oluyor sanırım, işlenmemiş bir elmastan ziyade keser yüzü görmemiş bir tomruk gibiyim. belki de benden en fazla bir masa ve dört sandalye çıkar. masanın üzerine bir çuha, üstüne de yeni bir okey takımı. okeye ikinciyi, üçüncüyü ve dördüncüyü bulmam bir telefonuma bakar. hesabına ve birasına okey oynuyorum birkaç senedir, okey arkadaşlarım ise karslı beden eğitimi öğretmenleri. bir değil, iki değil tam üç taneler. arasan bulunmaz, bulsan inanılmaz. hayat boyu yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanmak yerine bir okey masasında nihayete eriyor.

neydi bu yazı tekniği, bilin çakışı mıydı? ceplerime taş doldurup nehre yürümeyim diye cepsiz kıyafetler giyiyorum yoksa nehir var hemen penceremin ötesinde. pencereden atlayıp suya ulaşmak bir dakikamı almaz. yine de bel çantası, el çantası ya da erkeklerin her şeyi içine teptikleri o saçma şeyin adı her neyse ondan taşımadan bu hayatı tamamlayacağımı düşünüyorum. fena başarı değil.

pazartesi sabah otogarda karşıladığım ve daha önce hiç görmediğim adamın da elinde bu çanta vardı. arabamı almaya eskişehir'den gelmişti, alıp gidecekti. kahrolası plan buydu. fiyatta anlaşmıştık, üzerine kapora-kaparo-kaparzo-kaprisiyoo bile almıştım. adam geldi ve arabada benim şimdiye kadar fark etmediğim bir hatayı şıp diye buldu. hocam dedi, marşpiyelde göçük varmış, keşke söyleseydiniz. yüce tanrılar ve kısık ateşte on saat kaynayan kemikler adına, ben marşpiyeli motorun içinde bir şey zannediyordum. ara sıra duyuyordum ama nerede olduğuna bakmamıştım. kapının altındaki hatmış, bizimkisi ise biraz göçmüş. ben arabanın normali öyle sanıyordum. arabayı 10 sene babamdan almıştım, gerçi almak yerine arabaya akbaba gibi çökmüştüm. alırken pek para vermediğim için pazarlık da yapmamıştım, o yüzden pazarlık lanetinin beni bulması geç oldu. adam arabanın etrafında müfettiş gibi dolaşıp para kırabileceği birkaç ikram daha aradı ve buldu. fiyattan biraz daha düştük. umurumda değildi arabanın ne kadara satılacağı, sadece satmak istiyordum. diğer arabayı çoktan almıştık fakat bunu satmayı unuttuğumuzdan çift arabalı müreffehler gibi bir yalanı yaşıyorduk.

el çantalı adamla ekspertize gittik. bir de eksper her tarafını mıncıkladı ve okşadı, arabanın meme uçları olsaydı muhtemelen hazdan dikilirdi. motorun kaputunu açtı, ben de bu vesileyle arabanın görmediğim taraflarını gördüm. uzun bir çubuğu çekti, oradaki bir şeylere baktıktan sonra gözlerini ufka dikti. eksper, bir araba büyücüsü gibiydi. hepimiz ağzından çıkacak kelimelere tapmak üzere karşısında dikiliyorduk. arabanın iyi olduğunu söyledi, adamın buldukları dışında ikram edecek bir şey kalmamıştı. araba alıp satmanın bana göre olmadığını fark ettim, ticaret de olmazdı, dükkan açsam batardım. borçlarımı ödeyemediğim için dükkanın tavanına urganı bağlar ve eşantiyon taburenin üzerine çıktıktan sonra da dünyaya on milyon borçla veda etmeye çalışırdım. 

ağırlığıma dayanamayan tavan üzerime çöker ve üzerimde alçı sıva ve boya, boynumda urgan ile hayatta olmamı sokaklarda koşarak kutlardım. bu benim ikinci şansım diye haykırırdım fakat haykırmama gerek kalmadan arabanın satışı için notere gitmek zorunda kaldım.

adam şak diye tüm parayı gönderdi, arabayı aldı ve imzalar atıldıktan sonra da ortadan kayboldu. beş gün oldu henüz aramadı, sanırım arabayı satmayı başardım. parayı da hanıma yolladım, o da kayınçodan mı ne borç almış. para hızlıca sekerek uzaklaştı yani birkaç saatte. iyi de oldu. para beni kudurturdu, ne yapacağımı bilemez atlara yatırırdım. atlar da beni yatırırdı. 

zamanda bir saat ileriye hızlıca atlamak için bu yazıya girişmiştim, görüyorum ki başarılı oldum. tam beş dakika kala yazıyı tamamladım, ne anlattığımdan pek haberim yok, umarım 53 sene sonra bu yazıyı okuyan tarihçiler, yazıyı yazıldığı günün şartlarıyla değerlendirir. eğer ölmemişsem, gelip bana da sorabilirler tabii. 95 yaşında sinirlerim el verdiği ölçüde açıklamaya çalışırım. şimdi yazıya uygun bir fotoğraf bulayım ya da willy geldiğinde olympos kalesine çıkmış ve orada rajaz dinlemiştik, bir ejderha da sanki kumsalda nehir suretine bürünmüştü, o fotoğrafı koyayım. 

10 Nisan 2025 Perşembe

kendime düşünceler 2

marcus aurelius'un kendime düşünceler adlı meşhur kitabı aradan geçen 1845 yıl boyunca epey satınca, ikincisini yazmayı ve hazır şöhretten, kurulu düzenden nemalanmayı düşünmedim değil. yazarı 17 mart 180 yılından beri ortalıkta yok, ölümden sonra hızlıca unutulacağını düşünmüştü fakat bu konuda yanıldı. diğer söylediklerine ise tamamen katılıyorum, kafamda uzun senelerdir demlenen fakat dağarcığım yetmediği için tam ifade edemediğim düşünceler aslında marcus'un kitabında çoktan yazıyormuş. bunu öğrenmem neredeyse kırk senemi aldı. kendimi hiçbir akıma ait görmezken, süzme bir stoacı olduğumu, stoa'nın damarlarımda aktığını ve benden stoa'yı alsalar geriye sadece karkas et kalacağını fark ettim. karkas etimi yıllarca dinlendirmek, kekik ve zeytinyağı ile marine etmek ve sonra da yüksek ateşte mühürlemek istedim. kendi etimle ve kanımla bir dolunay gecesinde ziyafet çekmek, sonra da diğerleri gibi yok olup gitmek içimden geçti. 

içim geçmiş...

----

üstteki satırları haftalar önce yazmaya başladığımda, işler bu kadar çığrından çıkmamıştı. her şey yolundaydı fakat yol o kadar da güzel değildi. siyasal islamcıların canına okuduğu bu topraklar, adeta bir yatırın üzerine inşa edilmişçesine ne tam batıyor ne de tam çıkıyordu. bir bakıyorsun boğuluyor, nefes almakta zorlanıyor bir bakıyorsun güzel mavi bir göğün altında yaşamanın tadını çıkarıyorduk.

kafasını şevk ve şehvetle sallayan bir muhabbet kuşunun videosunu büyük bir coşkuyla izlediğim bir perşembe sabahıydı. ertesi hafta işe gitmek yerine dışarda olmayı ve fosforlu yeşil bir muhabbet kuşu gibi sağa sola koşturmayı istedim. yıllık iznimi kemirmeye ve ondan ufak parçalar koparmaya henüz başlamamıştım. dükkandaki sıkıntılı işler ve işlemler yüzünden sinirlerim hafiften bozulmuş, sağ gözüm ise seğirmeye yıllar önce kaldığı yer neresiyse oradan devam etmişti. 

içinde esnaf olmayan esnaf lokantasında öğlen yemeğimi yerken, likya yolunun çağrısına daha fazla direnç göstermedim. patikalar bizi beklerdi fakat biz kimdik? willy'i aradım ve haftaya yürüyeceğimizi söyledim. anaksogaras'tan sonra urla'da yaşayan ilk filozoftu, nihilistti ama bunu aşırı içmediği sürece itiraf etmezdi. çalıştığı yerden, siyasi partilerden, birim amirlerinden, yeni bir şey almaktan, arabalardan, sosyal ilişkilerden ve bunun gibi bir çok şeyden hoşlanmazdı. nihilistten ziyade nihilizmin et ve kemikten bir heykeli gibiydi ama beni dinlerdi. haftaya yürüyoruz dediğimde ikiletmedi, planları çok detaylandırmaya gerek kalmadan, sadece çamların arasında denizi yer yer gören patikalarda, sırt çantamızda biralarla yürümenin tadını ikimiz de çok iyi bilirdik.

willy ertesi salı geldi, cumartesi sabah ise geri döndü. dört gün dört rotanın canına okuduk, gizli bir mağaraya hislerimizle ulaşmayı başaramayınca, o mağaraya ulaşmış insanların çektiği videolardan rota analizi yaptık. kayıp dediğimiz mağaranın tam üstünde durup mağarayı aramışız. kayıp cennet, ayaklarımızın altındaymış. demek ki bazen etrafa bakınmayı kesip neyin üstünde durduğumuza dikkat etmeliyiz. 

izin bittikten sonra, işe ve delirmiş ülkeye dönmem daha da sancılı oldu. sürekli haberleri izlemek, gündemi takip etmek, bir şeyler yapmaya çalışmak, öfkelenmek, iç sıkıntısı, bazen çaresizlik, bazen tünelin ucundaki ışık, iktidar hırsıyla ucubeye dönmüş yaşlıların ısrarı, çirkinleşmeleri, insanların adalet arayışı, ödediği bedeller derken haftalardır ip üstünde işini sevmeyen bir cambaz gibiyim.

marcus aurelius-kendime düşünceler'i okumak ve dünya üzerinde yeni bir şey olmadığını, her şeyin tekrarlanıp durduğunu görmek beni yatıştırdı. o sırada okuduğum kitapları, o sırada izlediğim filmlerde görmeyi seviyorum. küçük bir sihir gösterisi gibi.

doğduğum yıl vizyona giren mine'de, yüzyıllık yalnızlık bahsi geçiyordu. the holdovers'ta da kendime düşünceler. irvin yalom'un günübirlik hayatları son okuduğum kitaptı, kapağında ise yine marcus aurelius'tan alıntı vardı:

"hepimizinki günübirlik hayatlar. hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok."



19 Şubat 2025 Çarşamba

asla yalnız yürümeyeceksin

bölgenin en zengin müteahhidi, elinde tabletiyle yeni yapacağı projeyi gösteriyor ve bazı sorular soruyordu. proje fena değildi, zengin sahiplerini bir an önce kucaklamak istiyordu. iştahı yerindeydi, aç bir kurt gibi ağzını denize doğru açmıştı, hiçbir daire bir diğerinin manzarasını kapatmayacaktı fakat canım, müteahhidi daha fazla dinlemek istemediğinden, önemli bir görüşmem var deyip ortamı terk ettim. asla yetmiyordu insanlara kazandıkları para, sattıkları daire, yeniledikleri araba. yüzleri bir mum gibi eriyordu iş peşinde koşmaktan, gözleri kanlanıyordu geceleri düşünmekten.

iş yerinden erken çıktım, önce eve uğramam ve üzerime rahat bir şeyler almam gerekiyordu. sonra da kerem'in okuluna gidecektim. velilerin de olacağı spor şenliği mi ne varmış ve benim küçük cengizhan alyuvarım, liverpool formasıyla sabah giderken "baba mutlaka geliyorsun" demişti. yüce tanrım ve kurucu babalar, müreffeh amerikan ailesi gibi olmuştuk ve caşua'nın o çok önemli maçına gitmezsem beni affetmeyecekti. hayatı boyunca travmasını yaşayacak ve her fırsatta, beni neden yüz üstü bıraktın baba diye buhranlara sürüklenecekti. bir kuşakta neler değişiyor, yılda bir kez olan veli toplantısına sadece annem gelir ve öğretmenlerimin övgü dolu sözlerini akşam bir kez daha tekrar ederdi. babam gururlanırdı ve güzel bir geleceğin ümidiyle yemeğe otururduk. uslu ve çalışkan bir öğrenciydim, minik ellerimle bazen dua bile ederdim. çok şey istemezdim, tanrı da böyle küçük hesaplara dikkat etmezdi. ondan sadece bir kere, tüm kalbimle bir şey istedim fakat kabul etmedi. belki yerinde değildi, belki de önemli bir görüşmem var deyip o gün erkenden çıkmıştı. o da oğlunun okuluna, velilerin de katılacağı bir spor şenliğine gitmişti.

hafif esneyen ama bir yoga taytı gibi de hatlarımı ortaya çıkarmayan trekking pantolonu ve tişörtün üzerine 2008 yılında, bir cuma akşamı istiklal caddesi'nde gördüğüm ve görür görmez vurulduğum liverpool ceketini aldım. ehliyetim olmamasına rağmen ehliyeti kaptıracak kadar içtiğim bir geceydi, adidas mağazasının vitrinindeki kırmızı cekete büyülenmiş gibi bakmış ve ekonomik durumum can çekişmesine rağmen gözümü karartıp almıştım. i love liverpool yazıyordu göğüs kısmında ve kalp işareti adidas'ın klasik üç yaprak logosuydu. o zamanlar liverpool ile kafayı bozmuştum, hayata tutunmamı sağlıyordu steven gerrard ve you'll never walk alone. henüz 28 yaşında bir kaptandı, tek isteği liverpool ile şampiyon olmaktı fakat tanrı, onun bu isteğini de yerine getirmedi. şampiyonluk maçında ayağı kaydı, demba ba topu kaptı ve liverpool o gün şampiyonluğu kaybetti. 

artık hazırdım, okulun spor salonuna gidip veli şenliğinde diğer velileri pataklayabilirdim. geçen yaz futbola veda etmiş ve görkemli bir jübile yapmıştım ama bazı özel günler için yeniden dirilebilirdim. kırk yaş üstü futbol turnuvasında, sol ayağımın dışıyla frikikten gol attığım maçın ikinci yarısında baldırımdaki kas atmış ve resmen patlama sesi duyduktan sonra da vurulmuş bir at gibi devrilmiştim sahaya. bir hafta koltuk değneğiyle ancak hareket edebilmiş ve halı sahalara tövbe etmiştim. solağın tövbesi meşin yuvarlağı görene kadar der eskiler ama eskileri dinlemiyorum artık. 

okula vardım, minik suratlımı beni beklerken buldum. herkesin babası gelmişti, ben gelmesem gerçekten olmazmış, caşua'yı teselli edemezmişim. beden öğretmeni, tanrı tüm bedencileri ve ekmek teknesi olan bedenlerini korusun, oyunun kurallarını anlatırken bir istiklal akşamında macerası başlayan liverpool ceketimi düşündüm. üç taksitle almış ve ertesi sabah uyanınca onu gördüğüme sevinirken taksitleri nasıl ödeyeceğimi düşünmüştüm. o zamanlar az düşünür, daha fazla eyleme girişirdim. şimdi daha az düşünüyor, düşündüğümden de az harekete geçiyorum. zaman hükmünü yitirdi, yaşlandığımı hissediyorum. 

düdük sesiyle oyunlar başladı, basket topunu sürdükten sonra birkaç slalom yapacak ve sonra da çemberden geçirecektik. plan basitti ama diğer veliler, basketbol topuyla ilk defa karşılaşmış gibiydi. topu şamar ile terbiye edenler vardı, çocukların çığlıkları kapalı spor salonunda yankılanıyor ve ortalığı arı kovanına çeviriyordu. sıra bize geldi, düdük sesiyle fırladık, avucumla seviyordum topu. ahşap parke, güzel bir top, cam pota ve filesi olan çember... 

slalomdan çıktım ve topla birlikte yükseldim, kırmızı pelerinimle ya bir süpermendim ya da işten kaçmış bir nikah memuru. top panyadan sekti, çemberin her köşesini yaladıktan sonra sayı oldu. 3-c çılgına dönmüştü, tekrar parkurun başına dönünce kerem'in sınıf arkadaşları "oğluuum, baban smaç basıyordu" diye coştu, uzun zaman sonra duyduğum en güzel şeydi. caşua da gururlanmıştı ama beni de kimseyle paylaşmak istemiyordu. veli-öğrenci spor şenliği bizim zaferimizle bitti, çocukların enerjisi nükleerdi.

okuldan çıktıktan sonra, "baba, pideciye gidelim" dedi. gerçek bir baba-oğul-kutsal ruh günüydü ve liverpool ruhu bizimleydi. asla yalnız yürümeyecektik, o yüzden yeni arabamıza cümbür cemaat yürüdük. kutsal ruh arkaya oturdu, cam tavandan bulutları izlerken "at the end of a storm, there's a golden sky" diye mırıldandı, güneş ışıkları bulutların arasından sıyrılıp bize ulaştı. minimo artık eni konu büyümüş ve benim arkadaşım olmaya başlamıştı. ön koltukta, emniyet kemerini bağladı, dinlemek istediği müziği açtı ve akşam eve gidince de fifa atabileceğimizi söyledi. bana benziyordu, dediklerimi süzgecinden geçirip tekrar kullanıyordu. onu ellerimle yoğurmuş ve hamuruna kainat ile zamanı eklemiştim. 

banyodan sonra bir koltuğa sıkıştık; fifa'da o erken davranıp liverpool'u aldı, ben de bu küçük ölçekli halime baktım. ona 2008 yılı yıldız teknik bahar şenliği pes turnuvasında finale çıktığımı ve beni yenen adamın avrupa şampiyonu olduğunu söyledim. "baba yine iyi uydurdun" dedi.

2008'deki halim ise, yeni aldığı liverpool ceketinin yakalarını kaldırıp turnuvanın finalinde liverpool'u aldı. okulu uzatmıştı, parası azdı ama bir şekilde hallederdi.

17 Şubat 2025 Pazartesi

önce duman göründü

ivmem sıfırdı...

mesai okyanusunda sabit hızla seyir halindeydim ve bu sonsuz okyanusun tam olarak neresinde olduğunu bile bilmiyordum. gps verileri birbirini tutmuyordu, pusulam ise uzun zaman önce bozulmuştu. teknem kendi gövdemdi, o yüzden bir kenarından sarkıp derinlere bakmak zor olmadı. koltuğumdan hafifçe kaykıldım ve ahşap parkeye değil de zamanın koyu lacivertine bakarken hafif bir yanık kokusuyla kendime geldim. bir şeyler yanıyordu ve teknede yangın olabilecek en kötü senaryoydu. yanık kokusunun geldiği yeri buldum, çok ince bir duman sızıyordu. sanki bir cüce, ekranımın arkasında gizlice sigara içiyordu ve dumanı saklamayı başaramamıştı.

güneşli bir sabahtı, kış güneşi arsızca pencerelerden içeri saldırıyordu. uzak yoldan gelmiş olmasına rağmen dinçti, yorgunluk belirtisi göstermiyordu. samanyolu galaksisinin batı sarmal kolunun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşesindeydi ama bu dünya üzerinde yaşayan bir grup canlı için çok şey ifade ediyordu. 

masamda adım soyadım ve ne iş yaptığımın yazılı olduğu bir isimliğim vardı ve bu isimlik turuncu camdan bir küre ile taçlanmıştı. odak noktası kısa olan mükemmel bir küreydi ve kış güneşi bu küreden geçerken masamın üzerindeki bir noktaya odaklanıyordu. odaklandığı noktada kağıtlar vardı ve bu kağıtlar üç yüz milyon kilometre ötedeki kaynaktan gelen ışıkla tutuşmak üzereydi. dumanın sebebini öğrenmiştim. yazın binanın tepesinden geçen güneş, kışın daha yatay bir seyir izliyor ve sabahları pencereden içeri girerek bana suikast düzenlemeye çalışıyordu. mükemmel bir düzenekti, tetikçi çok uzaktaydı ve benimle kişisel husumetinin olmasına imkan yoktu. ben herkesi ısıtıyorum, herkesi besliyorum hakim bey derdi, aklanırdı. cam portakalı aldım, güneşle bir daha kavuşamayacağı bir köşeye koydum. bu buluşma için çok uzak yoldan gelen ışınlar artık portakala ulaşamayacak ve masamı yakmaya çalışamayacaktı. hikaye yarım kalmıştı...

mesai okyanusuna bir çapa attım, çapa bir balinanın sırtına takıldı ve o balina beni yedi denizlere götürdü, dünyanın ucundaki fenerin kıyısına bıraktı. içimdeki serüvenci, başımıza gelenlerden mutluydu. kırmızı gövdeli alüminyum teknem kuzey buz denizi için üretilmişti, güçlü bir gövdesi vardı ve buzdağlarının yanından geçip bir parça antik buz alırken bile bana güven verirdi. kristal bardağımla teknemden indim, hafiften çalkaladım ve deniz fenerine baktım. buzun içinde çok eski zamanlardan kalma ve ne ölü ne de diri olan bir şeyler olabilirdi. büyük bir yudum alıp dilimde beklettim, güneş ışığı kristal bardaktan geçip üzerimde ışıktan yollar çizdi fakat bu sefer duman çıkmadı. hava çok soğuktu, öfkeli bir boğa gibi dumanlar çıkarıyordum. bedenimin nerede olduğunu çok iyi biliyordum, parmaklarım klavyenin üzerinde aklımın hızına yetişmeye çalışıyor fakat bunda pek de başarılı olamıyordu. malt viskide, iskoçya'nın en soğuk günü şişelenmişti. buzun üzerinde yürüdüm, buz çatırdadı ve yeni yollar ortaya çıktı. donmuş bir devin üzerinde yürüyordum ve her adımımda damarları ortaya çıkıyordu sanki. yelken seyri için aldığım montun yakasını kaldırdım, viski bitince dönecektim. hangi yıla döneceğime ise son yudumda karar verecektim.

seyir defterimin sayfalarını karıştırdım, 2011 ve 2012 yılları detaylı işlenmişti; 2011'de izbe bir otelde kalıp deri mağazasının 3d çizimlerini yaptığım ve yavaşça delirdiğim günlere dönemezdim. 2011'i sevmiyordum, en kötü yılımdı. olacaklara engel olabilir miydim? yılın sonunu kayıpsız getirebilir miydim? yosun kokulu viski, yanağımın içini ateşe verdi. bir ejderhaydım artık ve soluğum buzullar için bir tehlikeydi. 2012'ye, henüz soğumamış küllerin üzerine de dönemezdim. yeniden takım elbise giyemez, kravat takamaz ve her şey yolundaymış gibi davranamazdım. 

her adımda ortaya çıkan yeni damarların üzerinden tekneye geri döndüm, 2025'in şubatına geri dönecektim. kış güneşi penceremden içeri girerken, ayılı tişörtüm ve sivil itaatsizliğimle haftayı bitirmeye çalışacaktım. buzul rüzgarlarıyla yelkeni ayarladım, parmak uçlarım donmak üzereydi ve gözlerimi kapattım.

seyir bittiğinde masamın başındaydım, cam portakalım güneşin değmediği bir köşede güvendeydi. kulaklığımda ludovico einaudi'nin elegy for the arctic'i çalıyordu. parmaklarım ısınmıştı, ayılı tişörtüm üzerimdeydi. zamanda birkaç saat de olsa ileri atlamanın tek yolunun, daima yazmak ve yazarken hayal kurmak olduğunu bir kez daha anlamıştım. 

pazartesi sabahının kasvetini ancak böyle dağıtacak ve mesai okyanusunda böyle hayatta kalacaktım.



8 Ocak 2025 Çarşamba

marzen koyu kralı ve kumarbaz

karidesli makarna yapmak için eve yürürken, öğle arası bira içeceğimi ve yeni bir koy keşfedeceğimi henüz bilmiyordum. plan basitti: buzluktan karidesi çıkarıp güneşte çözdürecek, o sırada makarnayı haşlayacak ve sosu hazırlayacaktım. odanın kalabalığından bunalıp kısa süreliğine ilçe halk kütüphanesine kaçtığım yağmurlu bir günde, rafta beni bekleyen anthony bourdain'in mutfak sırları beni biraz kışkırtmıştı. bir şeyler kesmek, pişirmek ve kafamı dağıtmak istiyordum. yağda kızaran karidesler, italya'dan değil de menzil cemaatinin mutfağından aşırmışım gibi bir türlü bitmeyen parmesan peynir, enli spagetti, tüm lezzeti kabuğunda diye soymadan böldüğüm domatesler benim eve gelmemi bekliyordu fakat son anda bir terslik oldu.

komşunun gece gündüz havlayan, itlikte ve serserilikte çift anadal yapan kurt köpeği yine tüm gücüyle havlamaya başlayınca onun çenesini çekmek istemedim. arabanın anahtarı ve araba da yanımdaydı, karidesler hemen çözülemeyebilirdi, domates var mıydı yok muydu tam emin değildim... bahaneler topraktan fışkırıp yüzünü güneşe dönen ayçiçekleri gibiydi ve biralara zam yapmayı unutan şaşkın bir tekel biliyordum. arabaya bindim, karideslerin yarısı sıcak bir makarnanın hasretiyle hayal kırıklığı yaşarken diğer yarısı da buzlukta da olsa hayattayız be abi diye teselli buldu. parmesan, zaten bitmeyip sadece eksileceği için pek umursamadı. bologna'da küçük bir dükkanda başlayan serüveni çığrından çıkmıştı, ara sıra raftaki diğer arkadaşlarını özlüyor ve onların ne cehenneme gittiğini merak ediyordu.

zamdan azade zamanzade zulkarneyn efendi gibi tekel büfeye girdim; iki 33'lük alıp deniz kenarına inecek ve bağırarak havlayan köpeklerden, sahtekarlardan, kurnazlardan ve havuzu büyüten müteahhitlerden kurtulacaktım. kadim yolumda gözüm kapalı bile giderdim, her virajı ezberlemiştim. inmesi kolay koylarda insanlar vardı, paçalarını sıyırmış ve ayaklarını suya sokmuşlardı. taşlaşmış bir balina gibi gözüken adanın etrafında birkaç tekne, suyun ışıltısı, denizin tuzu ve rüzgara hükmeden martılar ile olağan bir öğlendi ki tüm büyüsü de buradaydı. ejderhalar dağın öte yanındaydı, cüppeli büyücü ise patikada yitip gitmişti. ben ise oradaydım: çantamda iki tane marzen lager bira ile daha önce inmediğim bir koyun dik merdivenlerinde. ortalıkta kimse yoktu, suyun binlerce yıllık temasıyla yumuşamış ve köşelerini yitirmiş kayaya oturdum, orası artık marzen koyu'ydu ve isim babası bendim. biradan bir yudum aldım, dilimde beklettim, notaları bir senfoni gibiydi. kayaların rengi biranın etiketiyle, rüzgarlığım ise denizin lacivertiyle uyum içindeydi. beyaz çakılların üstünde rahattım, oysa çalışırken deri koltuğum sırtıma batıyordu, çivili tahta gibi geliyordu fakat ben adanmış bir keşiş değildim.

tutkularım da yoktu; sadece bahis yaparken oynadığım takım yenilirse, gol atamazsa, gol atar gibi yapıp son anda vazgeçerse, yenilse bile para kazanacakken berabere kalırsa sinirleniyordum. kaybetmenin hazzını yaşıyordum, kazandığım zaman ise sadece kazanmış oluyordum. akşama kadar inşaatta çalışıp yevmiyesini teri kurumadan almış bir kalıpçı gibi. kazanmanın bahse değer tarafı yoktu, gelen parayı da yine başka bir maçın 90 dakikalık lanetine yatırıyordun fakat kaybetmek... kaybedince şeytan bile başka yanıyordu, göğüs kafesinde hissediyordu sıcağı. birkaç gündür oynadığım her maçı, her olasılığı kaybediyor ve bundan tuhaf bir tat alıyordum. özyıkım sevdalısı yeraltıcılardan da değildim, sadece bir memurdum, emekliliğime çok vardı, başka bir iş yapmak istemiyordum, beklentilerim, arzularım ve detaylı planlarım da yanımda değildi. öğlen arası evde makarna yapmak yerine zam geldiğini fark etmeyen bir tekelcinin ikramıyla yuvarlanıp gidiyordum.

merdivenden inen ayak seslerini duydum ama kafamı çevirmedim, kimin geldiğini merak etmiyordum. o da beni umursamadan küçük koyun diğer tarafına yürüdü. yakasını kaldırdığı eski ve ağır bir pardösüsü vardı, ellerini cebinden çıkarıp avuçlarını güneşe tuttu. uzun sakalları ağarmıştı, gözleri çukurun dibinde yatan iki kara ayna gibiydi. ayaklarının ucunda sönümlenen dalgalara bakarak tüm okyanusu görüyordu sanki. bakışları denizin dibini ve insanın ruhunu tarıyordu. dönüp bana baktı, kaybetmenin hazzıyla mühürlenmiş öfkesini gördüm. "yarın gece" dedi, "son şansımızı kullanacak ve başaramazsak bir daha bu işe bulaşmayacağız". yalan söylediğini ikimiz de biliyorduk ama inanmış gibi yaptık. birayı içmiyor da dilimle emiyordum sanki, yarın gece liverpool maçı vardı ve dostoyevski, maç programına baktıktan sonra beni daha önce inmediğim bir koyda eliyle koymuş gibi bulmuştu. 

bu sefer olacağına inanan insanların yüzünde asılı kalan yarım gülümsemeyle denizi izledi; tutkusu yaşamından ve ölümünden de öteydi. kaybetmek onu keskinleştirmiş ve inancını güçlendirmişti. şansı eninde sonunda dönecek ve zararını çıkartacaktı. "senin için döndüm" dedi, "yarın gece maç var. aklını ve mantığını bir kenara bırak, sadece son şansının hakkını ver." 

tefecilerinin onu arasa bile bulamayacağı gizli bir koyda, öğlenimizi geçirdik. "yarın ne kadar sürer?" dedim ona, henüz filmi izlemediğinden hiçbir şey söylemedi. şef bıçağı gibi keskindi, dirilmemişti ama ölmemişti. kumarbazın ruhu huzur bulmak için dünyayı dolaşıyor ve ışığı arıyordu. işe dönmem gerekiyordu. onu da istediği yere bırakacaktım ama istediği yerde olduğunu, yarın geceye kadar burada duracağını söyledi. 

işe dönmeden önce esnaf lokantasında karnımı doyurdum, her şeyin tadı aynı geliyordu artık. notalar ölmüş, senfoni bitmişti. sıradan bir hayatın içinde küçük ateşlerimin şeytanıydım ve onları besliyordum. chimera da bendim, ateşin etrafında dolaşırken kaşlarını yakan kedi de. 

öğleden sonra bir projeyi kontrole gittim, müteahhit havuzu büyütmüştü ve fark etmeyeceğimi sanıyordu. her şeyi biliyordum, bir dağın yamacından uzaktaki denizin dibini görüyordum. donmuş karidesleri, zam yapmayan tekelciyi, yakası kalkık pardösüyü, neon lambalar gibi parlayan sahtekarları, acil serviste alnını diktirenleri, henüz öldüğünü fark etmeyip benim bu morgta ne işim var diyenleri, henüz doğmamışları, stajda daralanları, ısırgan otu toplayanları, yeminli mali müşavirleri ve tüm evreni. göremediğim tek şey yarınki liverpool maçıydı. akıl ve mantıkla değil demişti hayalet, son şansının hakkını ver sadece...

vereceğim diye fısıldadım, liverpool tişörtümü giyerek işe geldim. üzerinde "you'll never walk alone" yazıyordu ve aynadakini de sayarsam iki kişiydik, kehanetler tutmaya başlamıştı.



2 Ocak 2025 Perşembe

benzer ufuklar

yeni yıla büyük beklentilerle girmedim, gök ikiye ayrılıp bir mucize inse bile bunun bir koyun olup olmadığını öğrendikten sonra sıradan hayatıma geri dönerdim çünkü tüm mucizenin ve büyünün artık bakış açısında olduğuna inanıyorum. bir keresinde olimpos'ta, ahşap masanın üzerinde kendi halimde kahve içerken fincanın ağzında kocaman bir dağ görmüştüm. dağ fincana sığmıştı. dünyanın her yerinden gelmiş mutlu insanların arasında, bir portakal ağacının altındaydım ve sonsuza kadar orada kalabilirdim. 

belki de bu dileğimi binlerce yıl önce yelkeni büyü rüzgarıyla dolmuş bir geminin güvertesinde olimpos sahiline yaklaşırken dilemiştim ve tanrılardan birisi, artık o gün hangisi nöbetçiyse, dileğimi anında kabul etmişti. lapis taşından kadehime biraz daha şarap doldurup kaledeki gözcülere mavi ateşli bir meşale yakarak selam vermiştim. gözcüler de kaptan eudemos'un geldiğini birbirine fısıldamış ve yıldız ışığının altında parlayan miğferleriyle nöbetlerine devam etmişlerdi. eudemos'un yelkenlerini bağlayıp çapasını attığı gece, o zamanlar kimseler tarafından bilinmese de 31 aralık gecesiydi. isa henüz doğmamış ve tatsız olaylar yaşanmamıştı. deniz, lacivert kadifeden bir örtü gibiydi önümde serilmiş. sandala geçip sahile doğru kürek çekmiş ve gemime son kez bakarken "seneye görüşürüz" demiştim. bunu daha önce yapan olmamıştı, insanlar üzerinde denenmemişti, kulak kabartan nöbetçiler bile tek kelime bile duymamıştı. 

mavi meşaleyi sahile diktikten sonra eve yürümeye başlamıştım, yüzyıllar sonra bahçesinde ahşap masaların ve mutlu insanların olacağı pansiyonun bahçesi aslında benim evimin olduğu yerdi. yolumu yıldız ışığından bulmuş, kapı eşiğine çıkmışlara "mutlu seneler" diye haykırmıştım. herkes, kaptan eudemos'un gemiden sarhoş indiğine emin; çocuklar peşimden yürümüş, şifacılar merhem yapmaya devam etmiş, kentin meclis üyeleri de yine hiçbir yaraya derman olmadan saatlerce konuşmuştu. kentler yıkılıp yeniden kurulsa, tüm takvimler değişse de değişmeyen tek şey siyasi şehvetti. meclis üyelerinin önünden geçerken okkalı bir küfür savurmuştum. gölgelere saklanıp benim icabıma bir an önce bakılması gerektiğini dudaklarını kıpırdatmadan söylemişlerdi. ayyaş eudemos artık çok olmuştu, gemisi yakılmalı ve evi elinden alınmalıydı. 

    öleceğimi ve yeniden doğacağımı bildiğimden kimseden çekinmedim; bahçeme girdim 25 asır sonra kahvemden yansıyacak olan dağa baktım. karanlık bir dağdı, ayı arkasına saklamıştı o yüzden dağın gölgesi üzerime düşüyordu. ellerimle ördüğüm duvarların arasından geçip yatağıma uzandım, başım dönüyordu ve şarabı fazla kaçırmıştım. cılız bir ateş duvarın pürüzlerini ancak aydınlatıyordu. yeni yıla büyük beklentilerle girmedim, yeni yıla girdiğimi diğerlerinin hemen duymasını istemiyordum. önce itiraz ederler, eski köye yeni adet getiren elçinin kellesini almaya çalışırlardı. insanları pek sevmiyordum, o yüzden onları eski yılda bıraktım ve gözlerimi kapattım.

kalın taş duvarlar, yüzyılların sesini geçirmemiş. içerinin sıcaklığı sabit kalmış, başucumdaki kadehin şarabı uçmuş geriye sadece koyu mor izleri kalmış. kapıdan çıktığımda evimin bahçesinde bir sürü ahşap masa ve daha önce görmediğim tuhaf ama mutlu insanlar gördüm. saçım sakalım uzamış, bir süre sonra da uzamayı bırakmıştı. aralarında dolaştım, uzun bir masada bir sürü yiyecek vardı, sıranın sonuna girip beklemeye başladım. büyük parlak bir kazandan kaynar su akıyordu, tabağımızı alıp tıknaz bir adamın önünde bekleyince adam bize yumurta pişiriyordu. gülümsedim, hangi dilde konuştuklarını bilmiyordum, o yüzden kadim lisanı kullanmaya karar verdim. başımla omleti işaret ettim, onlardan birisi olmadığımı anlamalarını istemiyordum. itiraz edebilir ve bana zarar verebilirlerdi ama öyle bir halleri yoktu. fincana sıcak su döktükten sonra kahverengi bir toz ekliyorlardı, aynısını yaptım.

uzak bir köşeye geçip ilk yudumu aldıktan sonra fincanı masaya bıraktım. fincanın ağzında kocaman bir dağ vardı, dağ fincana sığmıştı. dağı çok önceden tanıyordum, eve geldiğim son gece onu görmüş gölgesini içime çekmiştim. içtiğim şey ise yeniydi, sevmiştim. uykumu açmıştı, geldiğim yoldan dönersem gemime ulaşacağımı düşündüm. yiyecekleri bitirdim, herkes ne yapıyorsa aynısını yaptıktan sonra da bahçe kapısından dışarı çıktım. yol aynı kalmıştı; çocuklar peşimden yürüdü, şifacılar güneşe yüzlerini döndü...