8 Ağustos 2011 Pazartesi

in the days of fazer

babamın arabayı sattığından eve giderken haberim yoktu, babam ve annemin de kardeşimin motor aldığından haberi yoktu. el değiştiren birkaç araç vardı ve kimse tam olarak ne olup bittiğini bilmiyordu. oysa bu kadar tuhaf bir aile değildik, bazen bir okey masasının etrafında dondurmasına okey bile oynar, pazar sabahları da film izlerdik. daha büyük bir araba almak için eldeki fusion'u satan babam ve ayağımızı kessin yeter minimalizmini doyasıya yaşayan annem, bir motosiklet fikrini uzun süredir akıllarına getirmediklerinden olsa gerek; kardeşimin elindeki yamaha amblemli anahtara bir anlam veremediler. motoru pazartesi almış ve onların karşısına çıkmak için cumartesiyi beklemiştik. anahtara baktılar, sonra da evin karşısında duran 600cc'lik canavara baktılar ve doğal olarak inanmadılar. annem "kimin bu?", babam da "olmaz, sakın" dedi. gerçeklerle yüzleştirme masası olarak başarılı olamadık. annem, "kiminse geri ver" dedi, bir süre geçtikten sonra yavaştan inanmaya başladılar. biz, asıl tepkiyi ve havada üçlü döner tekmeyi annemden beklerken; ana yüreği "aman dikkatli sürün, hayırlı olsun" dedi. babam ise ancak iki saat sonra normale döndü. hayaller ertelenerek yaşanamazdı, bir sonraki gün gelmeyebilirdi. emekliliğini bekleyen insanların, emeklilik geldiğinde ellerini kaldıramayacak hale geldiklerini yaşadığım siteden görüyordum. 


pazar öğlene doğru yola çıktık, belli bir rotamız yoktu. kaş'ta, yarımada tarafında geçen kış willy ile gelip yağmurun altında birkaç bira içtiğim koy güzel bir alternatif olabilirdi. finike demre arasındaki şahane koyların yanından hızla geçtik, hava çok sıcak olmasına rağmen rüzgar bunu hissettirmiyordu. kaskın önünü açıp rüzgara ve önümde uzanan yola baktım. işte tüm hafta boyunca beklediğim manzara buydu, virajlara girerken hafiften yatmak ve birkaç saniye içinde sollama işini tamamlamak. buz gibi ice tea molası verdikten sonra yola devam ettik, dört silindirli canavar çığrından çıkmış bir at gibiydi ve dört nala koşuyordu. kaş merkeze kısa sürede vardık, kafamızı çeşmenin altına sokup çiçeklerin gölgesinde biraz dolaştık. kasımın boş sokakları yerini kalabalığa bırakmıştı fakat yine de ortalık rahatsızlık vermiyordu. insandan insana fark var; bazen bir tanesini boğmak için planlar yaparken, bazen bir plaj dolusu insanı kucaklamak istiyorsun.

yarımada tarafına, bundan tam üç sene önce evden kaçıp kendimi güneşin alnında yürümeye vurduğum rotayı takip ettik. üç sene önce ileride sağda güverte diye bir yer vardı, semerkand okuyup bira içtiğim ve bir biraya dört lira verdiğim o güzel gün; akşam resmen güneş çarpmıştı ve maymuna dönmüştüm. güverte yine oradaydı fakat artık bira içmiyorduk. motosiklet, beklentileri fazlasıyla karşılıyordu. o paraya kendimize mazot alacağımıza, fazer'a alıyorduk. o da bizi istediğimiz yere taşıyordu.

güverte'nin ardından, ilk soldan aşağıya indik. yol bozuktu, zeytin ağaçlarının altına motoru park edip kaskları top case'e koyduk. maske-şnorkel ve deniz şortları yeterdi. küçük koy ve büyük sualtı dünyası, daha önce gördüklerimizden fazlaydı. her ebatta ve çeşitte balık vardı fakat en ilginci trompet balığıydı. gerçekten saçma bir hayvandı ve biz de ona göre, saçma insanlardık. tüplü dalış yapanları yukarıdan izledik, onlar dipte otururken behzat ç. ve ekibinin onların yanına gelip "siz ne yapıyorsunuz la burada?" diyeceğini düşünüp sualtında gülümsedim. mesaisi dalış yapmak olan adamlar vardı, hangi gün olduğu umurlarında değildi. ben ve kardeşim ise sadece pazar günü çalışmıyorduk, bir güne ne kadar şey sığarsa artık. 

yarımada tarafındaki koyu etraflıca inceledikten sonra kaş'a geri döndük, migros'tan alacağımız mezeler ile yol üstünde şahane bir piknik yapabilirdik. bir masada oturup sipariş vermek hiç cazip gelmedi; bir garsonun önden yeşillikleri getirmesi ve ne içeceğimizi sorması. artık dışarıda olmalıydık, bunu derinleştirmeli ve temellendirmeliydik. üzerimizde arabanın da olsa tavanı olmamalıydı; bir ağaç gölgesiyle ve daha azıyla yetinmeliydik.

ilk iş olarak ice tea şeftaliyi, marketten çıkana kadar kalsın diye dondurma dolabına gömdük. o sırada mezeleri ve ekmeği aldık, yedi dakika sonra yürek hoplatan soğuk bir ice tea ile kaputaş'a doğru yola çıkmıştık bile. mavi mağara'ya varmadan, rüzgardan yamulmuş ve yaprakları yerlere ulaşmış bir defne ağacının altına havlumuzu serdik. douglas adams'ın dediği gibi, plaj havlusu her şeye yetiyordu. bizi kurutmuş, sivri kayalarda otururken bir tarafımızı kesmemizi engellemiş ve şimdi de sofra bezi olmuştu. uzakta meis adası ve yelkenliler, parlak bir güneş ve masmavi deniz. hayat tam olarak bu olmasa da buna benzer bir şey olsa gerekti. önümüzde yol, altımızda motor. şık ve özgür bir yemekten birkaç dakika sonra kaputaş plajı'na vardık. kasklar tekrar çantaya, sırt çantasıyla merdivenlere. güzel kızların sarı kumların üzerinde mücevher gibi parladığı ve dalgaların bir an olsun dinmediği dünyanın en güzel renkleri hemen karşımızdaydı işte. plaj havlumuzu bir kez daha açıp dalgalara koştuk, su nisanda olduğu kadar olmasa da soğuktu. uzun köpükler boyunca sürüklendik, buranın mavisi başka bir yerdekine benzemiyordu. insanın içinde yüzesi değil, içesi geliyordu. sapsarı kumlar, bembeyaz köpükler ve tuhaf bir mavi. güneş batmaya yakın, kaputaş'ın merdivenlerinden çıkıp eve doğru yola çıktık. gün batmadan evde olmamız gerekiyordu. ve yolumuz epey vardı. 

hemen ardımızda batan kızıl güneş dikiz aynasından yansıyordu, sık sık kafamı çevirip bu büyüleyici manzaraya bakıyordum. karşıdan karşıya geçen keçiler, daha yeşil otların peşinden koşarken; biz de kimsesiz koyları çepeçevre saran yolların üzerinden geçiyorduk. 

uzunları yaktığımızı zanneden gerizekalı şoför, bizim arkamıza geçip intikam için uzunları yaktı ve bizi tekrar geçti. yanlış anlama özürlüsü bu sorunluyla ilk ışıklarda yan yana geldik. yeşilin yanmasıyla öne atılan fazer, beyaz passat'ı sikip bırakırken de şahane bir şey oldu. ilk şahlanmada motorun önü hafiften havaya kalktı ve sonra geri indi. metal bir ejderha gibiydi ve 100 km'ye birkaç saniye içinde ulaşıyordu.

eve vardığımızda kulağımız hala uğulduyordu, mükemmel bir gün geride kalmış ve önümüzde uzanan günlerin habercisi olmuştu. artık yoldaydık.

1 yorum:

Emrah Yalım dedi ki...

Güzelmiş canavar. Ölmemeye gaayret edin ama :)