12 Ağustos 2011 Cuma

monochrome

sabah ilk işim, benden balkabağına benzeyen bir yatak isteyen ve bunun karşılığında bana para kazandıracak kadına bu işi yapmayacağımı söylemek oldu. iş yoğunluğunu falan bahane ettim, oysa tek sebep nefret ettiğim şeylere bir dakika daha vermemekti. balkabağı görünümlü yatak he mi? prenses gibi yetiştirin çocuklarınızı, simli duvar kağıtları ve ince planlanmış ışıkların altında egoları şişmeye başlasın. parasının da canı cehenneme, daha fazla parasında değil her şeyin daha azındayım. dolunayın getirisidir belki bu, belli başlı ne varsa hepsinden nefret ediyorum. yüreğim şişiyor, sağ gözüm seğiriyor. bilgisayara bakmaktan, ekrandan, telefon sesi ve kapı zilinden; cümlelerden, köpek havlamalarından, gevezeliklerden, vitrinlerden, adımın ardına bey getirilmesinden, iş arkadaşımın ara sıra bilgisayarımı süzmesinden ve daha literatüre girmemiş bir sürü kavramdan... yıkmak, yok etmek ve havaya uçurmak istiyorum.

kaleiçi'ne bakan bir terasta, bankın birisinde oturuyorduk. falezlerin üzerinden ay yükseliyor, arkamızdaki kafede kaybedenler kulübü oynuyordu. iki kişinin bana fazla geldiğini söyledim, beş para etmez herifin tekiydim. değişmiyor ve bir süre sonra ilişkiye ya da sevmeye dair ne varsa ona olan hevesimi yitirdiğimi soğuk cümlelerle anlatmaya çalışıyordum. başka birisini daha sevmeye çalışırsam da, günün birinde yine aynı şeyin bir kez daha başıma geleceğini biliyordum. senelerdir lanetli bir döngü, ilk baştaki heyecan ve karnımdaki hoşluk zamanla renklerini yitiriyor ve monokrom bir levhaya dönüşüyor. artık sevmediğimi fark ediyorum. artık bitsin istiyorum. artık, benim yüzümden birilerinin gözleri dolmasın istiyorum. film, bizim konuşmalarımız boyunca devam etti. tek başımalığıma geri dönmek istediğimde, mfö de filmin sonunda yalnızlık ömür boyu diyordu. her şey örtüşüyordu, bir filmin gölgesinde çekilen başka bir filmin başrol oyuncusu gibiydim sanki. her şeyin birbirine geçtiği ve gerçeğin hangi katmanda olduğunun bilinmediği bir paul auster romanında, ağır bir paragrafın dibindeydim. dönüştüğüm insandan hoşlanmıyordum, ondan nefret ederken de dünya'nın geri kalanı haliyle sevimli gelmiyordu. problemin ne olduğunu da anlamıyordum aslında, neydi derdim ve korkum? 

eve gelirken markete uğramak ve üç kırmızı almak istedim, kapalıydı. eve girdim, sabah kapattığıma emin olduğum halde öğlen gelince açık bulduğum pencereler bu aralar tüylerimi ürpertiyordu. kendime ve hafızama güvenmediğimden, öğlen bir kez daha pencereleri kapattıktan sonra bunun fotoğrafını çekmiştim. eğer eve girdiğimde yine pencereleri açık bulursam aklımın iplerini salacak, eğer fotoğrafta da bunların açık olduğunu görürsem hastaneye yatacaktım. deliliği davet eden ben değildim fakat benimle yaşamakta ısrarcı gözüküyordu. anahtarı tedirginlikle çevirdim, pencerelere baktım ve kapalılardı. tamam normaldim. iyiydim. ice tea limondan büyük bir bardak koydum, bilgisayarımı açtım. hava yine sıcaktı, hiçbir şey yapmak istemeyip monochrome dinledikten sonra soğuk suyun altında bekledim. saçımdaki jöle şakaklarımdan aktı, mentollü şampuan kafamın üzerinde hava delikleri açtı. liverpool havluma sarınıp duştan çıktım, kendimi bir süreliğine iyi hissetmeye başlamıştım. kafamdan iki haneli sayıları çarptım, aklım da yerinde gibiydi. yatağımda uzanırken mutluluğun mimarisini okudum; okuduğumu anladım.

sabah kalkıp ofise geldim ve balkabağından dönüştürülmüş bir yatakla uğraşmayacağımı yazıp yolladım.




1 yorum:

Life is a Cabernet dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.