29 Ağustos 2011 Pazartesi

a day at the end of the august

madem ki martın sonunda bu konsepte başlayıp yeminli müşavirler gibi devam ettirdim, bundan sonra da bu geleneği kollamam ve zamanı gelince oğluma devretmem gerekiyor. belki yeni ve köklü bir beyliğin temeli benim şu anda gösterdiğim iradeye bağlıdır. o zaman sakınma elini klavyeden genç dumrul, her bir tuşun ses getirsin yankısında kanyonların. saçların savrulsun akdenizin rüzgarında, bir balık sürüsünün peşindeyken gör özgürlüğün yerçekimsiz ortamını.

ev, yaz mevsiminin kaçınılmaz sonucu olarak kalabalık fakat en sevdiğim teyzem ve kuzenlerim olduğu için bunu pek dert etmiyorum. panpa da dert etmiyor, geniş ve havadar kafesi hemen arkamda ve kendi dünyası için anlamlı sesler çıkartıyor. hepinize selamı var ama sadece ciku'yu seviyor ve ona inanıyor. headbang yaparcasına salladığı kafası ile yine zirvede, görünce yüzümün göldüğü başka fosforlu canlı olmamıştı şimdiye dek.

geçtiğimiz ayı kısaca özetlemem gerekirse, diğer aylara nazaran daha fazla gezdim. motoru alıp buna benzin koymak bizi her hafta kaputaş'a, bir hafta sonu da göcek'e dek götürüp bıraktı. izlerini uzun zaman taşıyacağım yollardan geçtik ve bunun üzerine düşünme fırsatı buldum. kutsal ay nedeniyle evde, hayatta kalma endişesiyle de motorun üzerinde içmedim. çalışırken içmek de şimdilerde mümkün olmadığından, haziran ya da temmuza oranla ağzıma içki sürmediğimi iddia edebilirim birkaç deste kırmızı tuborg hayaletinin bana verdiği yetkiye dayanarak. belki bu akşam belki de yarın üç gold ile fişeği ateşlerim, içmeyince körkütük sarhoş gibi davranırım bilirsin. nedense gezi planı falan yapmadım, önceden en az bir kere izmir'e gitme planı yapardım, bu sene böyle bir istek gelmedi. willy şerefsizini özledim fakat onun da izmir'le bir bağlantısı kalmadı. dostlarımdan günbegün biraz uzaklaşıyorum ve bu hoşuma gitmiyor. hayatın bizi getirdiği konumları canlı canlı izliyorum. onur ile akşama kadar basket oynayıp iki litre fanta almak için dini bütün bir çocuktan borç aldığımız fakat bunu geri ödemediğimiz yılların üzerinden bir çocuk ömrü geçti neredeyse. zaman mı yok, başka şehirler mi uzak tam bilemiyorum. çalışmak dışında neredeyse hiçbir şey için yeterince zaman yok. 

sabah erken kalkmak zorunda olmadığım için sabahın yedisinden ayaktayım, maç özeti izleyip yüzlerce kanalın arasında şuursuz somonlar gibi sekiyorum. panpa ile yırtıcı hayvan belgeseli izliyor ve onların gerçek birer budala olduğunu düşünüyoruz. benim üzerime dönen konuşmaların büyük bir kısmı evlenip yuva kurmam üzerine olduğu için pek ortalıkta dolaşmıyorum. belki günün birinde aşık olabileceğim ve bu başarıyı sonraki senelerde de gösterebileceğim biri çıkar karşıma, o zaman sakince oturur ve geçmişte nereye ne yazmışsam siler, internetteki kimliklerimi tek çırpıda yok ettikten sonra da yeni bir hayata başlarım. tek bir kelimenin bile gözünün yaşına bakmam bilirsin ama bunlar hep kısmet işi. emmett brown bile aşık oluyorsa, günün birinde ben de bu mertebeye erişirim. 

hava hafiften bulutlu ve sıcak değil, açık pencerelerden giren rüzgar bayram temizliğine girişen annemin elindeki elektrik süpürgesi haykırışlarına karıştıktan sonra kulağıma geliyor. panpa hemen arkamda saçmalayıp ıslık çalıyor ki çok tatlı bir hayvan lan bu, keşke çalışırken omzumda dursa. o zaman ne iş hayatı kalırdı ne de can sıkıntısı.

akşama kabilemizi ulupınar'a balık yemeye götüreceğim, gelenektir. para kazanıyorsan bunun bir kısmıyla yemek ısmarlar, mekandaki en küçük çocuğun kafasını ateşe verdikten sonra ailesinin masasına yollarsın. biraz vahşi bir kabileyiz ama hangimiz yeterince medeniyiz ki? 


1 yorum:

Soru İşareti dedi ki...

Sen silmeden bir arşivleyelim :)