5 Mayıs 2011 Perşembe

eskici

hava birdenbire kapandı. ışık kadar hızlı olmayı beceremeyen ses, şimşekten birkaç saniye sonra geldi. saniyede aldığı 340 metrelik mesafe, ışıkla boy ölçüşmesine yetmedi. bazen ışığın fazla hızlı olduğunu ve bunun pek bir işe yaramadığını düşünüyorum, en azından küçük odamda ışığın o kadar hızlı olmasına gerek yok, iki adımlık mesafe zaten. ses bile bir saniyede onlarca kez duvarlardan sekiyor, ışığı düşünmek bile istemiyorum.

yağmur hafiften bastırmaya başladı, mesai bitti ve jeff buckley'in sesine karışan gök gürültüsü kahveyle birlikte ruhuma iyi geldi. dream brother diyor, ben de düşlüyorum işte. parmaklarım klavyenin üzerinde kaymasına rağmen beynimin hızına yetişemiyor. şimşek ve gök gürültüsü arasındaki ilişki, beynim ve parmaklarım arasında da var. aynı yolun yolcusu değiller fakat birbirleri olmadan da yapamıyorlar. neyi ne kadar düşünmesi gerektiğini kestiremeyen ham bir beynim var, o kadar yıl okuduktan sonra az işlenmiş bir beyinle kurtulduğum için şanslıyım. herhangi bir siyasi görüşüm yok, bir davayı ölümüne de savunmuyorum. hayal kurmaya inanıyorum, hayal kurmayı uzun süre önce bırakmış siyasilere değil. takım elbise giyen adamlar bana içten pazarlıklı geliyor, kravatlarının desenine bakarken ne söylediklerini bilmiyorum. kravat nedir ve ilk kim bulmuştur? bunu bulup da nasıl yaygın hale getirmiştir? geçmiş, gelecekten daha fazla bilinmeyen içerir. bin sene önce benim şimdi bulunduğum yerde birisi var mıydı? sesin, ışıktan sonra gelmesini fark etmiş miydi? bunu fark etse bile birisine bahsetmiş miydi? benden bin sene sonra, yine buralarda birisi olacak ve bir mayıs akşamı gök birden kapanacak mı? nasıl da bilmiyorum. klavye ve mouse ile dünyaya bağlanıyorum, kablosuz mouse'a hala inanmıyorum. bir şeyleri şarj ederken mutsuz, bir şeylerin şarjı ben bir şeyler yaparken bittiğinde mağdur oluyorum.

gök gürültüsü yüksek sesle mırıldanmaya devam ediyor. kimseler yok, neredeler bilmem. bugün iş baskısına dayanamayıp ağlayan iş arkadaşım, işi bırakmayı düşündüğünü söyledi. birdenbire ağlayan insanlar familyasından, hemen yelkenleri suyan indirengillerden. ona, bundan sonra gireceği işin muhtemelen daha da kötü olacağını ve paniğe kapılmamasını söyledim. dünya'nın sonu değildi, işler bir şekilde yetişirdi. yetişmezse de dünyanın ekseni yerinden oynamazdı. kellesi gidecek saray mimarı değilim sonuçta, evimin kirasını karşılayıp ocakta tavuk yaptıktan sonra keyifle ıslık çalacak bir ölümlüyüm. tanrısal bir tarafım yok ve uçamıyorum. 

eğer uçsaydım işe de gelmezdim, sırtımda kanatlar varken çalışamazdım. koltuğun sırtına batardı güzelim kanatlar, kepeklenir ve yağlanırdı. taburede de akşama kadar çizim yapamazdım. pencereyi açar açmaz göğe yükselir, acıkınca da tavukların üzerine inerdim. kanadım varsa pençem de olurdu, tavukları yükseklerdeki kayalara götürdükten sonra da onları nasıl daha lezzetli hale getireceğimi düşünürdüm. yolmak gerekiyor sanırım. belki de en iyisi marketten henüz çıkmış birisinin üzerine inmek. hazır yolunmuş ve paketlenmiş bir sürü tavuk, kuşbaşı belki de meze.

fakat kanatlarım yok, her yere yürüyerek gidiyorum. ehliyetim de yok. bu gidişle de olmayacak. bir otomotiv bandında durup da araçları izleyen yorgun mühendisler şahidim olsun ki, araba sürmeye dair içimde en ufak bir istek yok. başka bir gerçeklik düzlemine geçerken direksiyon başında olursam, hayatım tanrının öngördüğü kadar uzun olmayabilir. refüje girip havada takla atarken bile kanatlarım olsaydı nasıl olurdu diye düşünürüm. 

öldükten sonra başka bir hayatın içine doğacaksam da, bu mümkünse 1950'lerde olsun. tamam geride kaldığını biliyorum ama dokunmatik ekranların sağıma soluma bulaştığı bir zamanda yaşamak istemiyorum. atm'lerin ekranına başparmağımla basarken ve dijital sesi dinlerken bile kendimden geçecek kadar mutsuz oluyorum, bari bir sonraki hayatımda her şey manuel olsun. kas gücüyle çalışsın, laftan anlayan bir atım ve onurumu taşıyan bir kılıcım olsun.

yağmur azalmaya karar verirse ofisten çıkıp otelime gideceğim, fantastik diyarlarda geçen game of thrones'in üçüncü bölümünü izleyeceğim. azalmaya karar vermezse de yapacak başka bir şey olmaduğından yine ofisten çıkıp otele gideceğim. kaderim ofisten çıkıp otele gitmek olarak gözükünce, yağmurun yoğunluğu buna etki etmiyor, edemiyor. 

şu yatağı ve bilgisayarı getirseydim, evime gülücüklerimle giderdim fakat acele etmediğimden, 37 ekran televizyonun en büyük teknolojik alet olduğu odama gitmem gerekiyor. uzun bir uyku beni kendime getirecektir. yarın cuma, tanrılar cumartesi çalışmayacağımı söylüyor.



Hiç yorum yok: