9 Mayıs 2011 Pazartesi

ekstra gün

ev taşıyacağım bahanesiyle koparttığım cumartesi izni o kadar fazla geldi ki, haftada altı gün terbiye edilen naçizane bedenim ne yapacağını şaşırdı.

cumartesi akşam üstü ayağımda top ile karşı kaleye doğru hücuma kalkmışken, önümdeki çocuklar kızıldeniz gibi ikiye ayrılıyor ve son hızla kendilerine gelen yüz kiloluk bedene saygı duruşunda bulunuyordu. çocuklar, çıralı'nın amatör takımında hafta sonu antremanına gelmiş ve sonra da bana, babama ve dayıma meydan okumuşlardı. iki ton tavuk yediğimden olsa gerek hasırdan kalkacak durumda değildim; uzanmak ve denemeler'i okumak istiyordum. gün boyu denize girip duraklamadan yüz kulaç, suyun altında atmış saniye, balığı on dört saniye takip gibi saçma sapan performans denemeleri yaptığım için bitkindim fakat küçük çocukların beni gözlerine kestirmesine katlanamazdım. renkli göz yaşar ve  tek pas sadık bizden oldu, beşe beş maça başladık. küçüklerdi, yaşar'a kaç doğumlu olduğunu sordum ve 2001 yanıtını alınca, yaşar'ın insandan çok araba olduğuna kanaat getirdim. 2001'de meydana gelen tek şey şahin değil mi lan? rakip takımın saçlarını enseden uzatmış forveti ismail, sağ kanadımızı hallaç pamuğu gibi attı ve dayımın koruduğu kaleyi gol manyağı yaptı. çocuklar bacağım kadar olduğundan ikili mücadelelere girmekten çekiniyordum, bana çarpıp da geri sektikten sonra yere yapışan çocuklar vardı fakat tüm arsızlıklarıyla bacak arası atmaya çalışıyorlardı. hadi ben neyse, babama da bacak arası yapıp geçen çocuk sabrımı taşırdı, tişörtümü ve sandaletlerimi çıkardım. bir devi uyandırmışlardı ve olacakların farkında değillerdi.

yalınayağın dönüşü!

maç bittiğinde üstüm başım toz içindeydi fakat 20-15 yenmiştik. topu yere düşürmeden, küçük çocukların üzerinden aşıra aşıra karşı kaleye kadar koştuktan sonra bir koçbaşı gibi topla birlikte kaleden içeri girmiş ve koşmaya devam etmiştim. yerli forrest gump gibiydim ve o hızla denize bile koşabilirdim. "batan güneşin en yakıştğı on yer" listesinde yıllardır ilk beşte yer alan çıralı'nın brokolivari ağaçları bile beni selamlarcasına yerlere eğilmeye başlamıştı. hayat güzeldi, ingiltere'den gelen dayımla karşılıklı bira içerken, eski günlerden konuşuyorduk. gökyüzünden nestle yağacağını söyleyip beni saatlerce ağzım açık bir şekilde havaya baktıran kendisiydi, aynı numarayı onun oğluna yapmaya çalışsam da veliaht prens benden çok daha zeki olduğundan yutmamıştı. "it's impossible" deyip başından savmıştı. türkçesi kırık, ingilizcesi ise şahaneydi.

volkanik kumların üzerinde uzanmaya başlamamdan yaklaşık yarım saat sonra, bir süredir hiçbir şey düşünmediğimi fark ettim. beynim, kulaklarımdan akıp gitmişti sanki. ruhum, beni terk etmiş ve çıralı sahilinde bir beden bırakmıştı. aklım bomboş, zihnim ise tertemizdi. ne bir cümle, ne de kelime. beynimin herhangi bir köşesinde tek bir virgül bile kalmamıştı. yanlışlıkla ermiş gibiydim, sağa sola bakındıktan sonra tekrar gözlerimi kapadım. herhanbir dil öğrenmemiş boş bir levhaydım, güneş bacaklarımı hafiften yakıyordu. ileride, dayım ve babam balık tutuyordu. bir saat önce tuttukları kefalin arkası gelmemiş, sadece arsız bir balon balığı oltaya takılmıştı. gelen balon balığına hakaret ettikten sonra onu geri göndermiştim. 

bilgisayarın karşısında gerilen boynum sonunda gevşemiş, bir yere varmayan düşüncelerim ise uzaklara gitmişti. bir şeyleri yazıya dökmek ya da yazıları içime dökmek aklıma gelmiyordu, güneşten parlayan kayaların yanında şuursuz bir mutluluk içindeydim. öncesi ya da sonrası yoktu. ardımda kalan yılların toplamı, düşünmeye değmeyecek kadar kısaydı; önümde uzanan yılların da bunlardan farkı olmayacaktı. 

hiçbir şey düşünmemenin verdiği hafiflikle yerimden doğruldum, terlemiştim. nereden geldiği belli olmayan bir arzunun esiri olarak denize doğru koştum, henüz ısınmamış akdeniz beni kendime getirecek ve beynime eski işlevini kazandıracaktı. 


                      

Hiç yorum yok: