17 Mayıs 2011 Salı

sail to the moon

yazmaya ara verince geri dönme hevesi de pek kalmıyor, aklımın köşesinde biriktirdiklerimin üzerine yeni şeyler geliyor ve öncekiler kayboluyor; ta ki ben onları aklımın dehlizlerinde buluncaya dek.

nereden başlasam değil de nereden devam etsem diye düşünüyorum, hem nerede kalmıştım ki? bu yazıyı önemli kılan, evimde yazdığım ilk yazı olması. interneti cumartesi günü bağlatmama rağmen eve dönmem salı gününü buldu. üç gündür ana karargahta yatıyor ve bunun iki günü sabah 5.30'da kalktıktan sonra işime perişan sokak köpekleri gibi geliyorum. toplantı ve konferans salonlarının planlarıyla boğuştuğum ve bu saatten sonra artık mecbur olduğum işimde de  bir şey yazma isteğinin zerresi olmuyor. planlar yetişmeli, değişiklikleri kesite de işlemeliyim. bakalım, mimarlık pratiğinden bahsedemeyiz ama kirayı da pratikle değil parayla, krediyi de yaklaşımla değil yine parayla ödüyorum. öyle enfes bir sistem kurmuşlar ki ecnebiler, paran oldu mu gerisini diğer insanlar hallediyor. evini koruyup arabanı yıkıyorlar, en güzel yemekleri önüne getiriyorlar, en büyük televizyonu sana verip bir de mutlulukla gülümsüyorlar.

radiohead'in sail to the moon'u ile başladıktan sonra haggard-in a fullmoon procession ile devam ediyorum. binlerce şarkılık listeme ve kulaklıksız müzik dinleme özgürlüğüme kavuştuğum için biraz önce aynadaki aksimle karşılıklı gülüşüp aynı anda göz kırptık. dolapta annemin yapıp dün gönderdiği yemekler, nba tv, artık ustası olduğum mikrodalga ile tek başınalığımın engin coğrafyasında hükümdarlığımı ilan ettikten sonra, aynadaki aksimle aynı anda kılıç kaldırdım. aylardır akşamları yazı yazmıyordum, özlemişim. gün içinin debdebesinden arınmış bir zemin katı burası, ses yok. sitenin çocukları da babalarıyla birlikte evlerine döndü. ışıklar yanıp sönerken, ben yıllar önce ikea'dan aldığım köşe lambamı yakmış durum değerlendirmesi yapıyorum.

başka bir yazıda uzun uzun bahsetmek istediğim yarı ingiliz kuzenim dün itibariyle ülke sınırlarına bir çanta oyuncakla girdi ve beni görür görmez "laaan camokaaa" diye bağırdı. türkçe'si o kadar kırık dökük ki, o konuşurken gülmemek için kendimi zor tutuyorum. özellikle eklerde çuvallıyor ama tadına doyum olmaz. sitenin çocuk parkına götürdüm, kaydırağı görünce kendinden geçti. gün boyu güneşin altında develer gibi beklerken ısınan demir kaydırağa temas eder etmez "ovvv" diye zıplaması ağzıma kulaklarıma dek çekti, orada bıraktı.

mesainin bitmesine bir buçuk saat varken, ofise geri dönmek yerine bastım eve gittim. muhabbet kuşu gibi ingilizce konuşan küçük kuzen ingiltere'den gelmişken çalışamazdım. bir sonraki gün telafi ederdim, hem zaten patronun da ortalıkta göründüğü yoktu.

mayıs ayı, geleneksel toplanma festivaline bir kez daha ev sahipliği yapıyor. öyle ki dün evde boş oda yoktu, ağzına kadar dolu bir pansiyon gibiydik. akşam yemeği çift masada ancak yeniyor ve bir gördüğümü birkaç saat göremiyordum. oğluş, karaip korsanlarının oyuncaklarıyla bir savaşa tutuşmuşken dedem de bir köşede sakince yemeğini yiyordu. master chief annem her yere yetişirken, ingiliz yengem de sütlü çayını hazırlayıp kraliyet geleneğini devam ettiriyordu. oğluşun yanında uyuyakalarak kalabalık bir ailenin tüm mutluluğuyla bir pazartesinden daha kurtuldum.

bir gün kalabalık, bir gün de yalnızlık. belki de en iyisi bu. siyahtan beyaza giden bir sürü gri ton, bir sürü basamak. bazısında fazla zaman geçiriyor, bazısının üzerinden de birkaç saniye geçiyorum. dolunayın sponsorluğunda bir geceye ilerliyorum, fazla geç yatmamam lazım. gece dörtte dallas-oklahoma maçı var, televizyonun karşısına koltuğu çekip üzerime de bir pike aldıktan sonra uyumama mücadelesiyle sabahı getireceğim, elimde bir bardak kola ve diğerinde kumanda. aynen eski günlerdeki gibi esteban, aynen eski günlerdeki gibi.

yine türlü tarifi gibi gelişen bu yazı bitsin, artık herhangi bir konuya odaklanabileceğim geceler başlıyor; hatta kalın. imkan varsa radiohead-sail to the moon dinleyin, yoksa da kafayı pencereden çıkarıp dolunaya bakın. hava bulutluysa da iki bira alın, bira yoksa da pencere var; kendinizi aşağıya atın ne bileyim.


Hiç yorum yok: