21 Mayıs 2011 Cumartesi

saturday day fever

bırak bir şeyler çizebilmeyi koltuğun üzerinde bile duramıyor sürekli aşağıya kayıyorum. altımda ofis koltuğu değil bilyeli denilen ilkel araç var sanki, bir tepeden iniyorum. evet yine bir cumartesi kaybının ilk saatlerinde, öğleden sonraki özgürlüğümün beklentisindeyim. hava oldukça güneşli ve parlak, krem rengi stor perdelerin yanından sızan güneş odayı hem aydınlatıyor hem de ısıtıyor. üzerinde "born to be lazy" yazan siyah tişörtümle, geçerken bir uğrayanlar dernek başkanı gibi oturuyorum. kapıya bağladığım bir atım olsa pencereden atlardım fakat o da yok.

eve bir an önce ulaşmam ve ingiltere'den gelen küçük prens kuzeni görmem lazım. öyle bir oğlum olacağını bilsem bir haftaya kalmaz evlenir, seneye bugün de küçük bir kaplumbağa gibi hareket eden minyatür halimi göğsümde yatırırdım ama bu işlerin belli bir garantisi yok. bazı bebekler görüyorum ve baba olmayı önümüzdeki elli sene erteliyorum. ama oğluş farklı, akıcı ingilizcesi ve yeni yeni öğrenmeye başladığı fransızcasıyla, dilinin pek dönmediği ve sona gelen ekleri pek kavrayamadığı türkçesiyle senede iki haftalığına hayatımıza damga vuruyor. 2006 doğumlu olması bile komik geliyor. 2006 ne lan? star wars jargonuna hakim, kendisini luke skywalker zannediyor. şimdi sokaktan on yedi yaşında ağzı yüzü orantısız şişmiş bir ergen çevirsem, kimdir lan luke desem "nö bölöyüm bön yoo" diye geveleyecek, cumartesi çalışmanın verdiği gazapla onu orada yok edeceğim. ışın kılıcım zıvv zıvv diye sesler çıkartırken hıncımı lara'nın parklarından, bahçelerinden ve disiplinli apartman yöneticilerinden çıkaracağım.

dün akşam yöneticiyle ilk karşılaşma meydana geldi. istediğim gibi bir basket topunu sonunda bulmuş ve bunu kutlamak için de eker yayık ayran almıştım. eve uğramadan önce basket sahasının yanından geçmiş ve altı kotlu, üstü etli, ayağı kunduralı  adamları basket sahasında sağa sola koşturuyor görünce basket oynamak için doğru zamanın henüz gelmediğini anlamıştım. belki sabahları, işe gelmeden önce oynamalı, duşumu aldıktan sonra da tezgahın üzerinde bekleyen helva gibi akşamı getirmeliydim. akşam üstü apaçisi belli ki azalmayacaktı. 

elimde basket topu ve ayranla eve doğru giderken, birkaç dakika önce tıraş olmuşçasına parlak ciltli, hitabeti kuvvetli ve emekli olduktan sonra liderliğe soyunan o adam karşıma çıktı. posta kutumun anahtarını verdikten sonra bölgenin altyapı sorunlarını, belediyenin duyarsızlığını, kat mülkiyetini, drenajı, yağmurda biriken suları, sitenin güvenliğini ve kamera kayıtlarının yirmi gün süreyle muhafaza edildiğini anlattı. thy'den emekli olmuştu ve anlattığına göre pistlerin yağmur tahliye sistemi çok iyi olduğundan hiç problem yaşamamıştı. hayatının geri kalanında sitesini, siteler olimpiyatında birinci yapmaya çalışacaktı. anlattı, gülümseyerek ve dediklerinin çok az bir kısmını duyarak dinledim. bolca hak verdim, belediyeyi kötüledim, rant kavgasından dem vurup "artık çocuk değiliz, akşama kadar bunlarla uğraşıyoruz tıraşovski" demeye getirdim. 

eve girdikten sonra öğlenden çözülmesi için bıraktığım tavuğa baktım, fena gözükmüyordu. televizyonum ise kafayı biraz öne eğmiş gibiydi, gittim alnından iteleyip dengeye getirdim. birkaç masa şarttı, ev tam anlamıyla eve dönüşmemişti. çalışma masası da bulmalı ve zemin katlarda yaşayan mimarlar arasında en iyisi ben olmalıydım. aniden hırslanıp göğsümü yumruklamaya başlarken bir bardak ayran içtim, yarım saat sonra içimdeki ateşten eser kalmamıştı. oturdum game of thrones'un dillere destan beşinci bölümünü izledim. kılıçları ve atları vardı, benim ise tezgahın üzerindeki tavuktan başka hayvanım yoktu. tavuğu yerken belgesel, domatesi doğrarken de lady gaga izledim. adını feriha koydum'un sinir hastası şakirt halil'ine biraz bakıp yüreğimi dağladıktan sonra da kahveyle bilgisayarım karşısına geçtim.

uyandığımda cumartesiye varmıştım, ofise gelmeli ve biraz bekledikten sonra da çekip gitmeliydim. beklerken bari yazı yazayım dedim, ahanda yazdım.






Hiç yorum yok: