7 Eylül 2011 Çarşamba

hüküm ver

gündelik hayatımı geçmişten aklımda kalanlarla destekleyip bunu yazıya dökmemim miadı doldu sanırım, artık yeni bir şeyler denemenin vakti. hiç fikir belirtmediğimi ve hüküm vermediğimi fark ettiğimde, domates çorbası için kaşar rendeliyordum. hazır çorbaları, ekstra dokunuşlarla evcilleştirebiliyorum. kaşarı rendeledim, rendeyi hemen yıkadım ve beyaz porselen kasede çorba içerken, dünya'da olan biten hakkında fikir belirtmek istediğimi düşündüm. çorba sıcaktı, ağzımı yaktım.

o zaman yargılamaya başlayayım.

1. şike skandalı: şikenin kendisi bile federasyonun her şeyi eline yüzüne bulaştırması kadar kötü olmadı. o kadar berbat yönettiler ki süreci, ülkenin şampiyonu şampiyonlar ligi kura çekiminden bir gün önce diskalifiye edildi. yerine, şampiyonlar ligi baraj maçında elenip bir gün sonra avrupa ligine katılmak için rövanş oynayacak başka takım alındı. kulübün başkanı aylardır hapiste, yöneticileri de neyin döndüğünü tam bilmiyor. herkeste fütursuz bir öfke var ve kime çatılması gerektiğini kimse kestiremiyor. fenerbahçe şike yaptı da diğerleri sakin mi kaldı? beşiktaş teknik direktörü de ceza evinde, her konuda konuşan trabzonspor başkanı, ilk günlerde dut yemiş bülbül gibiydi. ortalıkta gözükmedi. bitmiş maçı üç saat anlatmasıyla tanınan rıdvan efendi, sırra kadem bastı. herkesin her şeyden haberi vardı fakat bunların ortalığı ateşe vermesi bu yazı buldu. her şey bir yana, alex de souza'nın alınterine ve takıma aşıladığı şampiyonluk inancına yazık oldu. yapılması gereken, şikeye bulaşan isimleri ömür boyu hak mahrumiyetine çarptırmak olmalı ve bu bir an önce uygulanmalı. eski roma'da davalar güneş batmadan önce sonlandırılırken, şimdi iddianame denilen naneyi bile aylarca hazırlayamıyorlar. hukuk, her geçen gün sarpa sarıyor adaletsizliğin alınyazı olduğu bu ülkede. küme düşürülmesi gerekiyorsa da düşürülsün, yüz yıllık tarihini lekeleyeceğine bir seneni alt ligde, alt yapı oyuncularınla geçir. seni bu hale düşüren adamları uzaklaştır, kus ve rahatla.

2. terör: 90'lı yıllarda 15 dakika sürerken, ölen çocukları iyiden iyiye kanıksadığımız bu günlerde şehit haberleri 45 saniye ancak yer kaplıyor. uçakların kalkması ve bombardımana başlaması için iki üç şehit yetmiyor, en az çift hane istiyor büyüklerimiz. sonu bilinmeyen bir savaş bu, kardeşin kardeşe düşman olduğu bir ülkede farklı etnik kimlikler milyarlarca liralık dev bir pastaya dönüştürüldü. aynı sosyoekonomik çevrede yetişmiş, aynı okula gitmiş, aynı sırayı paylaşmış iki insan farklı takım tutuyor diye birbirlerine bıçak çekiyorsa zamanla, farklı kültürler ve kökenlerin yol açtığı bu sonuçlar beni şaşırtmıyor. şehit haberlerini ne ilk ne de sonmuş gibi izliyorum, aylar önce sivil hayatta olan çocukların eline silah verip ölüme yolluyoruz sadece. askeri eğitim yok, teröristlerin avuçlarının içi gibi bildiği dağlara bırakıyoruz güvercinleri. şehitler ölmez, vatan bölünmezler yankılanırken caddelerde; çocuklar tabutta yatıyor. ağır makinelilerle mermi yağarken tepelerine, 30 yıllık g3'lerin kurma kolunu çekmeye bile zamanları kalmıyor. erler ölürken, omuzlarının üzerinde yıldız taşıyanlar güvenlikli binalarında sıkma portakal suyu içip akşama kadar birbirlerini selamlıyorlar biliyorum. zırhlı mercedesler, askerin pırıl pırıl yaptığı yollardan geçiyor. terörden iki taraf da besleniyor, olan sadece genç yaşta ölen çocuğa ve ailesine oluyor. terör biter mi peki? bitmez. daha akıtacak çok paramız var; termobarik bombalar yeni güzergahlarını bekler.

3. internet: dokuz günlük uzun tatilde interneti pek aramadım, bir şeyler yazma ihtiyacı duymadım fakat geri kalan zamanı da verimli dolduramadım. dev bir boşluğun kıyısında dikilip ellerimi cebime soktuktan sonra aşağıya baktım, bazen dalgınlıkla okey attım, herkese dondurma ısmarladım, ailemi yemeğe götürdüm, bir kere içtim, epey fotoğraf çektim ve bunların yeterince tatmin edici olmadığını gördüm. sanki o benim hayatım değildi, akşama kadar internette olduğum ekran karşısı gerçek yerimmiş gibi hissettim. siteler, hesaplar, oyunlar, yazılar ve açmayın dedeler! evden geldim, bilgisayarı açtım ve kısayolları sırayla tıklayıp hayatıma kaldığım yerden devam ettim. hayatımı değiştirecek büyük bir amaca ihtiyacım var sanıyorum, çoğu insan bunu evlenmek üzerine temellendirse de, bende bu güdü bir türlü oluşmadı. evlenmek gibi bir planım, bir sene sonra bile hala sevdiğim birisi karşıma çıkmadığı için bir türlü gelişemedi. heyecanım gidiyor ve ayrılmak istediğimi bile aylar sonra ancak söyleyebiliyorum. belki aşık olurum günün birinde, filmlerdeki gibi hem de. o zaman, zamanımın büyük kısmını merhametsizce alan internete bir veda ederim. hanımımla akşamları oturur ve "eee şimdi ne yapacağız" derim. çocuk şart, çocuğum olsun ona küçük adidas superstar'lardan alacağım. bir sene sonra ayağı büyürse, arabanın aynasına asarım o toparlakları. eminim ki onun için öleceğim. belki ikimizin maceralarını anlatan yeni bir blog açarım, fotoğraflarını çekerim güzel gözlümün. 

4. türkiye: yaşadığım ülke hakkında her geçen gün biraz daha umutsuzluğa kapılırken, bir az önce ersin karabulut'un "sen çok değiştin" adlı mükemmel yazısını okudum. nereden başlasam bilemiyorum, bu kadar güzel bir coğrafyada bu kadar çok sorun olması ve bunların zerre azalmamasının sebebi ne? dünya'nın öteki ucundan gelip hayran gözlerle etrafı dolaşan turistler bir kenarda, kendisinin ve sevgilisinin adını binlerce yıllık lahitin üzerine çakıyla kazıyan hayvanlar diğer tarafta. çekirdeği yeyip kabuğunu bırakanlar, 2.5 litre kola alıp boş şişeyi geri götürmeye üşenenler, tacizler, şort giydiği için yumruk yiyen ve derdini karakolda bile anlatamayan voleybolcular, mezarı kırılan şairler derken içim şişiyor çoğu zaman. bu ülke, bir tek vatandaşına zulm ediyor. gelen turistlerin keyfi yerinde, gözlerinin içi parlıyor. tüm sahil şeridini kuşatan ingilizler, çifter çifter ev alırken; üniversite öğrencileri berbat yurtlarında, altı kişilik dar odalarında geleceklerin kurtarmaya çalışıyor. birazcık haklarını arasalar ciğerlerine biber gazı, kafalarına cop geliyor. kalemini satmayan gazeteciler içeriye atılıp, suçsuz yere yatarken; iktidarın köpeği olanlar servetlerine servet katıyor. gazetede görünce midemin bulandığı o kadar insan var ki saymakla bitiremem. cahillik azalacağına artıyor, kurnazlıkla insanlar köşeyi dönüyor. ne adamlar milletvekili bakan oluyor şaşarsın. bir zümre, çiçeğin tüm balını emerken, geniş kitleler yaşıyor taklidi yapıyor. bir umudum yok benim ülkemin geleceğine dair, daha da kötüye gidecek. bu adamlar daha da filizlenecek tüm kademelere. işte deniz feneri davasında görevden alınan savcılar. kimse sesini bile çıkaramıyor, herkes boynunu eğmiş ve ellerini önünde kavuşturmuş. kafasını kaldırsa, kılıcı yiyecek o da biliyor. bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar sayesinde, yılandan geçilmiyor ortalık. gideyim diyorum fakat başka hiçbir ülke de kollarını açmış beni beklemiyor. kendimi bu ülkeye değil fakat bu coğrafyaya ait hissediyorum. dünya'nın belki de en güzel coğrafyalarından birinde, berbat adamların hükümranlığında uğraşıp duruyorum. yaşım birkaç sene sonra otuz olacak ve daha kaderim şekillenmiş değil. belirsizliklerimle yaşlanıyor ve yuvarlanıp gidiyorum.


Hiç yorum yok: