31 Mayıs 2011 Salı

black out

yaşamaya karşı duyduğum kronik isteksizlik, gözlerime yansıdığından olsa gerek annemi benim için endişelenirken buldum. yaşamaya sımsıkı tutunan ve kolu bacağı olmayan insanlardan bahsetti, benim sahip olduğumdan çok daha azına sahip olan fakat mutlu uyuyanlardan, işe gitmeden önce saçını başını düzeltenlerden, pantolon ütüleyenlerden falan. yalnızlık allah'a mahsus deyip, evliliğe giden çileli yolun ilk taşlarını da bana doğru fırlatınca mecburen kafamı eğdim. tek kişi mutsuz olmak, iki ya da daha fazlasıyla mutsuz olmaktan çok daha kabul edilebilirdi. dini inancım olmadığı için de boşlukta olduğumu ekledi. boşluktaydım fakat bu boşluğu doldurmak zorunda değildim. tanrıya inansam bile o bana inanmazdı ve iflah olmaz bir yalancı olduğumu söylerdi, sorun tanrıya inanıp inanmakla da alakalı değildi aslında, tanrıya inanıyor fakat bunu belli etmiyordum. üşeniyordum, işe gelip işten dönüyor ve akşamları belgesel izliyordum. yoksa tanrıyla ilgili bir problemim yoktu, hava çok sıcaktı sadece. asfalttan yansıyan ışık gözlerimi karartıyordu, gücüm her geçen gün biraz daha azalıyor ve rahat uyuyamıyordum. yarım kalan uykular tüm enerjimi sıfırladığından olsa gerek, daha öğlen olmadan gözlerime yansıyan isteksizlik de bana yirmi sekiz yıl önce can veren annemi endişelendiriyordu.

kendimi kendi düğünümde, saçma sapan bir şeyin boynuma sarıldığı ve makyajlı zombilerin aralıksız oynadığı bir anda hayal etmek bile beni yıldırıyordu; daha kız isteme esnasındaki bürokrasinin düşüncesi bile yalnızlığa olan inancımı pekiştiriyordu. sorumluluk alamazdım, alsam bile devam ettiremezdim, devam ettiremeyince de üzerime binen ekstra vicdan azabıyla yaşayamazdım. içimdeki boşluğu doldurmak yerine daha da arttırmak, beni yok etmesini sağlamak benim için daha kolay olurdu. uykum vardı ve daha günlerden salıydı. kafamı soğuk suya sokup biraz kendime gelmeye çalıştım, birisi ruhumu çalmış gibiydi sanki. yemeğim hazırdı, pilav benim hiçbir zaman yanına yaklaşamayacağım kadar güzel olmuştu. açık pencerelerden giren rüzgar, henüz temizlenmiş evin içinde dolaşıyorken sorunun ne olduğunu düşündüm. teşhis koyamıyordum, birisini sevmekle geçecek bir şeye benzemiyordu. ilişki ve ilişmek beni bıktırıyordu, yalnız başıma olmalıydım. ısrardan köşe bucak kaçıyordum, bira içmek de eskisi kadar büyülemiyordu. hafta içleri ölü gibi dolaşırken, ancak hafta sonu kendime gelebiliyordum. pek bir şey söylemeden yemeğimi yedim, evi pırıl pırıl yapmıştı annem. boy boy tavaları nereye koyduğunu gösterdi, biraz nasihat verdi, evlendirelim mi seni diye tekrar sordu. evlenmek değil de; bir çocuğum olsun, onunla çimlerde, kumlarda, yastıkların üzerinde yuvarlanayım istedim. ilk görüşte aşık olabileceğim birisi çıkar belki karşıma emin değilim ama çocuğumu çok seveceğimi ve ona ışın kılıcı alıp jedi usülüne göre yetiştireceğimi biliyorum. 

yemekten sonra evden çıktım, kanımdaki midichlorian seviyesi belli ki çok düşüktü. rendera bıraktığım bilgisayarım birkaç sonuç vermişti, bir yerlere kaydettim. problemin ne olduğunu düşünüp bir sonuca ulaşamadım, tanrısal bir durum yoktu; onu sevdiğimi fakat rahatsız etmek istemediğimi bilirdi. içimdeki boşluğun onunla ya da yeryüzünün en fazla gürültü koparan edebiyatı aşk ile alakası yoktu. sadece uyumak istiyordum. 



1 yorum:

Adsız dedi ki...

yahu biz senin başını bağlı biliydik hacı? hoppalaaaa