18 Şubat 2011 Cuma

no one knows i'm gone

cuma akşamının, zamanın karanlık geçmişinden beri sahip olduğu kelimelere sığmayan büyülü dakikalarından birisindeyim. tom waits'ten, bir bardak viskiden ve bir gün öleceğim düşüncesinden başka kimse yok ofiste. ruhum dingin ve sonsuz, zamanı gelince toprağa karışacak elementlerim uyum içerisinde çalışıyor. gün boyu baktığım ekranımın bir köşesinde yığılı butonlar var, hepsini kullanabildiğime şaşırıyorum. hayatımın büyük kısmı sanal dünyada fiziksel gerçeklikten bağımsız geçiyor. kimliklerimle ve bir yere tıklamalarımla varlığımı devam ettiriyorum. bugün "whopper with cheese, sarmısaklı mayonez ve acı sos istiyorum" dışında hiçbir şey söylemedim. "büyük seçim olsun mu?" sorusunu bile kaşlarımı kaldırarak cevapladım. güneşte aval aval yürüyüp ağır adımlarımın her birisinde dünya'nın başka köşesinde birisinin öldüğünü düşündüm. ikinci paragrafa geçene kadar bile bir sürü insan ölecek bu gidişle, en iyisi geçeyim.

cuma akşamı ofisteyim ve zihnim, bir şeylere odaklanıp bunu yazıya aktarabilecek kadar temiz. hücre blokları arası bağlantıyı jim beam sağlıyor, gerisini ben hallediyorum. içip yazmayı o kadar unutmuşum ki, şu anın ne kadar büyüleyici olduğunu anlatacak kelimelerim bile kayıp. bir üst vitese geçtiğimi hissediyorum, ruhumun bir ayağı debriyajın üzerindeyken diğeri de gaza hafiften yükleniyor. buradan çıkıp otele giderken birkaç kırmızı tuborg'un hükümetin sandığı kadar kötü bir fikir olmadığını düşünüyorum. hem belki defterlerime yazacak bir şeylerim olur, el yazısının ne kadar yorucu olduğunu düşünmeyecek kadar kafam güzelleşir. belki sadece okur, belki de karnımın götürdüğü yere, bir dürümcüye giderim. belirsizlikleri her zaman sevdim, bu bana tarz kazandırmış bile olabilir. -ebilmek, -abilmek hakkında da diğer paragrafa geçecek kadar bilgi sahibiyim.

ecnebinin "can" ya da "able to" dediğinden değil, ben sadece "may" kısmıyla alakalıyım. yapabilirim ama yapamayabilirim de. bu viskinin günü geçmişse kör olabilirim de olmayabilirim de gibi. olasılıkların süslediği hayatlar yaşıyoruz ve bizi yanıltan sadece istatistiklerle fransa ikinci ligi oluyor. varsın olsun, hatasız hayatlar yaşasaydık sanıyorum ki hiçbir şey öğrenemezdik. neydi adamın adı? hah guarin, o üç kırmızı ısmarlasın. tıngır mıngır gideyim otele, ılıksa ılık. kırmızıyı içerken mevcut dünya'nın santigrat cinsinden değerine bakmıyorum. baksam bile kafama takmıyorum.

cuma akşamındayım işte; bir tom waits söylüyor, bir müzeyyen senar. aralarında kalıp tüm efendiliğimle dinliyor ve ağzımı açmıyorum. saat sekize yaklaşırken kana karışan viskinin dudağımın kenarına emaneten bıraktığı tebessümle yazıyorum, içmeye uzun bir ara vermekle hata yapmışım, ciğeri de boşuna küstürmüşüm. bu işi bir düzene oturtmak lazım esteban, hayat boyu yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanacaksa fazla haybeye yaşamamak lazım. karaciğer sonsuzlukta yankılansa ne olur?

yine de ölümden sonrasını görüp geri döndükten sonra, bunu müziğe döken tom waits'le veda etmek lazım; bana konuşmak düşmez:


hell above and heaven below

all the trees are gone
the rain made such a lovely sound
to those who are six feet under ground
the leaves will bury every year
and no one knows i’m gone




3 yorum:

uffiee dedi ki...

seviyorum gevezeliklerini.. sen bu yazıyı yazarken ben iştimada çök - kalk yapıyordum. yarın çarşı izni de yok. bol bol mies okuyacağım anlaşılan yarın.

mies dedi ki...

hayırlı tezkereler şimdiden. şubatı bitirdikten sonra gerisi çorap söküğü gibi geliyor. yazdıklarım biraz oyalıyorsa ne mutlu bana.

Adsız dedi ki...

sana ne kadar güzel yazdığını anlatamam ki.. sadece okuyorum öyleyse..