5 Şubat 2011 Cumartesi

save

işten bir saat geç çıkıp dalgın bir kafa ve neden yorgun olduğunu anlamadığım ayaklarımla kitapçıya doğru yürürken, bir şeylerin ters gideceğini ve bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissettim. akşama kadar model dosyası üzerinde çalışıp beş dakikada bir save edince, gerçek hayatın korunmasız coğrafyasına alışmak da zordu. her şeyin bir anda bitebileceği gerçeği, bu hafta ölen defne joy'u hatırlattı. ne hayat dolu bir insandı, televizyonda izlerken bile enerjisini izleyenlere verir ve neredeyse hiç yorulmazdı. anlık gelgitlerimle kavşağa kadar vardım, telefonum üç gündür kapalıydı ve bu ilk gün dışında sorun olmaktan çıkmıştı. zaten cep telefonu olmayan bir insan gibi yaşadığımdan dünya'nın sonu gelmemişti son üç günde. sadece kontörlü bir telefon bulmak konusunda sıkıntı çekmiştim. aklımın hemen her köşesinde proje vardı, bir haftada iyi yol katetmiş olmam bir sonraki hafta işlerimi kolaylaştırmamıştı fakat yine de bana ait birkaç detayı, bir fikri olan projeleri her zaman sevdiğimden fazla şikayet etmemiştim.

kavşaktan karşıya geçmeden önce zihnim anlaşılmaz şekilde ctrl+s yaptı, bu daha önce hiç başıma gelmemişti. resmen kendimi save etmiş ve gerçeğimi kaybetmek ile kaydetmek arasında bir noktada sıkışıp kalmıştım. her şey alabildiğine sıradan gözükürken kaldırımdan indim, yayalara ve araçlara kırmızı yanıyordu. araçlar ve insanlar duruyordu ve ortalıkta bir yerden bir yere hareket eden pek bir şey yoktu. fakat birden acı bir fren sesi duydum, araç birisine çarptı. birisi havada biraz süzüldükten sonra başını yere çarpıp biraz sürüklendi. aracın şoförü panik haliyle gaza basıp kaçarken alnımdaki sıcaklıktan ve gözüme dolan kandan, o birisinin ben olduğumu anladım ama acı çekmiyordum. sadece yapışkan bir sıcaklık yüzümü maske gibi çevreliyor ve sol bacağım istemsizce titriyordu. korna sesleri, insanların bağırışlarına karışmışken sağ gözüm gökyüzünü tarıyordu. şehir merkezinin güçlü ışıkları yıldızları kapattığından onları çok az görebiliyordum. çevremdeki insanların sayısı arttı, başıma üşüşüp yüzüme baktılar. onlara bağırmak için ağzımı açtım ama ağzıma dolan kan buna engel oldu. şimdi de iki bacağım titriyordu ve başım sanırım beladaydı.

gözkapaklarım ağırlaşınca kalabalık da galeyana geldi. sesleri yükselmesine rağmen daha az duyuyordum. sanki birisi paslı bir demirle ağzımı burnumu dağıtmıştı ve ortalık demir kokuyordu. insanlar da paslıydı sanki, yeşil yanmasına rağmen duran arabalar da. sıcaklık ve sessizlik arttıkça, kan da iki gözümü kapattı. artık göremiyor ve duyamıyordum. sanki bir olimpos gecesinde denize girmiş gibiydim, aylardan ağustos olduğundan geceleri bile sıcaktı su. sırtüstü yatıp da yıldızlara baktığım anları aklıma getirdim. hayat beni terk ederken yaptığım tek şey milyarlarca insanın zaten bildiği fakat yaşayanların hiçbirinin tahmin bile edemediği ölümden sonrasını düşünmek oldu. gözlerimi sonsuza dek kapattım, kırmızı ışıkta geçen bir araba kısa hayatımı sona erdirmişken her şeyin bitmediğini öldüğüme ikna olduktan beş dakika sonra anladım.

gözlerimi açtığımda kavşağa birkaç adım kalmıştı ve her şey alabildiğine sıradan gözüküyordu. kitapçıya gidip sonunda tutunamayanlar'ı alabilecek olmama seviniyordum. araçlar ve yayalar kırmızıda dururken bu sefer geçmedim, birkaç saniye sonra beyaz bir araba hızla önümden geçti. rüzgarı, soğuk bir antalya gecesinde yüzümü yaladı. hayata bir şekilde zihnimin aldığı "back up" ile tutunmuştum ve kitapçıya gülümseyerek girdim. iki ay önce gelip baktığım kitabın nerede olduğunu, oradaki çalışandan daha iyi biliyordum. cam kenarındaki dördüncü raf. işte kırmızı kapaklı kitap ve erkenden aramızdan ayrılan oğuz atay. kitabı alıp kasaya geldim ve parasını ödedim. hayat, kitap aldıkça daha da güzelleşiyordu. kasiyer, fatura için isim istedi.

"selim ışık" dedim. yadırgarcasına gülümsedi, ben de hayata yeniden doğmuş gibi gülümseyip kitapçıdan çıktım. 



1 yorum:

Adsız dedi ki...

"eger yakinlarda bir ambulans varsa ve siz siren sesini duyamiyorsaniz, o ambulans muhtemelen sizin icin gelmistir."