29 Aralık 2010 Çarşamba

bazen

bazen, gün içinde biriktirdiğim tüm bazenler birleşiyor ve başa çıkamayacağım kadar büyüyor. bazen, her şeyin sonunda vardığım noktanın, herkesin gittiği bir ofiste voice of the soul dinleyip başlığı bazen olan yazılar yazmaktan fazlası olduğunu düşünüyorum. atmam gereken büyük bir adım var biliyorum fakat bekletiyorum, yaptığım işlerin aynılığı ve yaratıcılıktan uzak olması benim hayalini kurduğum binlerce şeyden birkaçı değildi. saçak, kompozit kaplama, biraz motif, fotoselli kapılar, granitler, güneş kırıcılar... malzemeler aynı, sadece oranlarını değiştirerek yeni proje yapıyoruz. beklentiler ve perspektifler aynı, köşeler ve işverenler aynı. oysa bugün ünlü mimarların yapıtlarına baktığımda, ne başkasına benziyor yapıtları ne de kendilerini tekrara düşüyorlar. her seferinde kendisini aşan, mimar olmanın gerçekten ne demek olduğunu yeniden gösteren, tanrısal bir kudretle yaratıp yeniden bozan adamlar var ve ben bu gidişle onlardan birisi olamayacağım. bu adamlardan birisi olmaya giden yolun ilk adımlarında bile değilim, tamamen başka bir yola sapmış olduğumu her akşamüstü yeniden fark ediyorum. her akşamüstü mutfağa gidip güzelinden bir kahve yapıyorum, şanslıysam kurabiye tarzı bir şeyler oluyor; şanssızsam da belki değişir diye işten çıktıktan sonra loto oynuyorum. uğurlu sayılarım var doktor, üç tanesi yan yana değil üst üste bile yıllardır gelmiyor. 

bazen, maaşımı alıp bunun bir kısmını biriktirmenin ne iş yaptığımdan çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. belki biraz daha para ha? paranın kullanım alanının bu kadar yaygın olmasına şaşıyorum çokça, güneş gören evle görmeyen arasındaki tek fark paradır. külüstür bir arabayla, gümüş renginde bir a5'in arasında da asıl fark paradır, devir-beygir-ısıtmalı deri koltuklar teferruattan öteye gidemez. şu an yerin yüzlerce metre altında çalışan gözbebekleri bile kararmış madencilerin orada olma sebebiyle, başka bir adamın okyanus gören malikanesindeki jakuzisinde manzaraya karşı içki içmesinin sebebi de tuhaf bir tesadüfle yine aynı şeydir. ali ağaoğlu'nu öpen güzel kızların dudaklarını harekete geçiren de çapkınımızın inci dişleri değildir. para insanı şaşırtır, kimi mitolojilerde dedirtir. hepi topu otuz gün süren bir ayın iyi ihtimalle yirmidört tanesinde seni sabahtan ofise sokar, akşama kadar bırakmaz. 

bazen, bazı şeylere gereğinden fazla taktığımı; bazen de, hiçbir şeyi yeterince umursamadığımı düşünüyorum. önceliklerimi belirleyememiş olmak bana zaman kaybettiriyor, neyi ne kadar istediğimi pi'yi üç alsam bile hesaplayamıyorum. her şeyi bırakıp gitme isteğim var mı peki? bırakacak kadar çok şeyim yok, bir sırt çantamdan mütevellit tüm servetim. bu ay bir otelde, gelecek kim bilir hangi cehennemdeyim? aynı otelin başka odasında kalarak hayatımda bir değişiklik yapmak bile olası, klimasız ortamdan çalışmaya da iyi alıştım zaten. bazen vücudumun sabrını fazla zorladığını ve intikamının acı olacağını düşünüyorum, bazen oturan bir forma dönüş sürecimin tamamlanmak üzere olduğunu ve hayatımın geri kalanında bir ofiste rahatlıkla yaşayabileceğimi, otelime döndükten sonra da bir koltukta uyuyabileceğimi düşünüyorum. bazen pek düşünmüyorum, içgüdülerim beni yemeğe götürüp sonra da yatağa atana kadar beynimi devre dışı bırakıyorum.

bazen, neyden bahsettiğimi bilmediğim bir yazıyı da farkında olmadan yazmış bulunuyorum.



2 yorum:

inanna dedi ki...

aslında neden bahsettiğini çok iyi açıklayan ve bi çoğumuzun durumunu da tanımlayan bi yazı olmuş...her çağın insanını kendisi kılan belli değerleri varsa bu postmodern (=boktan) çağın derdi "kendine yabancılaşmak"...

mies dedi ki...

yabancılaşmak bir alışkanlık oldu evet, her şeye uyum gösterdiğim zaman kendime; kendimle iyi geçinirken de geri kalan her şeye yabancılaşıyorum. sağduyumun dedikleri modern dünyada yer bulmuyor, modern dünyanın gerekleri canımı sıkmaktan başka bir şey yapmıyor. bakalım, büyük bir değişikliğe daha sürükleniyorum, günler ne getirecek.