28 Aralık 2010 Salı

kayıtları düzenle

dün başlayıp da yarıda bıraktığım bir sürü yazının giriş cümlesi, gece yarısı odamın balkon kapısının altından süzülüp omzumdan dürterek uyandırdı. sinirli ve bıkkın gözüküyorlar ve yazılara ne zaman devam edeceğimi soruyorlardı. uykulu gözlerle bilmediğimi söyledim, tek isteğim uyumak ve rüyaların yarı gerçekçiliğinde uçmaya çalışmaktı. cümleler net bir cevap almadan gitmeyeceklerini ve bu şekilde sorumsuzca davranırsam beni sabaha kadar uyutmayacaklarını söyledi. toplasan bir paragraf bile etmezlerdi ama bir şekilde can sıkıyorlardı yine de. onlara ofise gider gitmez ne kadar yarım kalmış yazı varsa tamamlayacağımı ve beni rahat bırakmaları gerektiğini, daha adamakıllı mantıksız rüya görmediğimi söyledim. en uzun cümle, odanın içinde dolaşıp başucumda duran kitaplara baktı, oğuz atay'ın korkuyu beklerken'ini eline alıp inceledi. ben de o sırada gözlerimi yeniden kapatmaya başladım, çıkarken kapıyı iyi çekmelerini tembihleyerek rüya alemine geri daldım.

rüyamda yine olimpos'taydım, sahil şeridinde bir pansiyonda kalmaya karar vermiş bu yetmezmiş gibi de olimpos'ta bir ofis bulmuştum. denizin hemen karşısındaydı ofis ve pansiyon, sabah erkenden yüzmeye gidiyordum. dayım, babam ve kardeşim hafta sonları yanıma geliyor, sazlıktan çatısı olan ve efes satan bir mekanda tuborg'un peşinde koşuyordum. hemen yandaki markette tuborg dolabı vardı fakat yeterince soğuk değildi, net ve gerçekçi bir hayal kırıklığı kesinlikle. tuborg gold'ların boynundaki promosyon fıstığı bile gördüm allahsız, bu nasıl rüyalar alemi? neyse kırmızı tuborg'lar yeterince soğuktu, üç tane ondan aldım ve mekana geri döndüm. efes brandalarıyla çevrilmiş kalabalık ve anlamsız bir mekandı, resmen sözlük zirvesi gibiydi ortalık.

rüyamın kırmızı tuborg sonrası kısmı ofiste çizim yaparak ve laptopun yetersizliğinden şikayet ederek gelişti. mesaiye devam ediyor gibiydim, projenin kesitini çizip programı kapatınca gözlerimi güney afrika'da açtım. eski bir kulübeydi ve zenci çocuklar yalın ayak çamurun içinde koşuyorlardı, henüz dinmiş bir yağmurdan sonra muz ağacı görmek neye işaret eder bilmiyorum ama yorucu bir rüya deneyimi yaşıyordum. kıta değiştirmek yıpratmıştı ve sabaha karşı birden uyandım. saate uzandım ve daha beş olduğunu fark edince geri yattım, sonrasında bir şey hatırlamıyorum.

sabah üçgen peynir ve yuvarlak domatesle geometrik bir kahvaltı ederken portekiz'i anlatan bir gezi programını izledim ve içimdeki gezgin, ağır gözkapaklarını yeniden kaldırıp "biz de gidelim" dedi. dar sokaklar, taş duvarlar ve boyası kalkmış eski kapıların resmi geçit yaptığı bir programa elimde yarım ekmekle bakakaldım. porto diyordu, denizcilik diyordu, okyanus diyordu. tüm kelimeler boğazıma takıldığından ekmeğimi güçlükle bitirdim. hafiften geç kalacak gibiydim işe, ortalığı toplamaya fırsat kalmadan üstümü giyindim ve kendimi sokağa attım. adımlarımı hızlandırsın diye death-bite the pain'i açtım, beş dakikada ofisteydim.

bilgisayarım açılana kadar mutfağa gidip kendime bir kahve yaptım, yeni bir güne daha başlamıştım ve iş yüküm fazla değildi. geçen cuma gösterdiğim insanüstü efor, bana rahat bir hafta bahşetmişti. üç kaşık kahve-dört tane küp şekerli gizli formülü bardağa koyup odama geri döndüm. yarıda kalmış yazılarım epey vardı ve blog yazarı olmanın sorumluluğu beni hafiften terk etme eğilimi göstermeye başlamıştı. önlem almalıydım. bir yudum kahveyi dilimin altına gönderirken "kayıtları düzenle" deyip yazmaya koyuldum.





Hiç yorum yok: