5 Aralık 2010 Pazar

net bir pazar akşamı

yazacak birkaç malzemeyle bilgisayar başına oturmuştum ki kardeşimin pazar akşamları bastıran davul çalma isteğiyle yüzleşmek zorunda kaldım. içmek istemiş, üç tane efes kış fıçı içtikten sonra da doğal olarak bagetleri eline alıp davula girişmek istemiş. bir şeyi isteyince yapar, nefesini boşa tükettiğinle kalırsın. hafta içi elektrogitarın cangırdadığı bir ev burası, pazar akşamları da davul şov var. net bir pazar akşamını doğru kelimelerle ifade etmek  yerine beyin sikilmesi var ki kardeşimin canı sağolsun, hele biraz ara vermişken daha da canı sağolsun.

behzat ç. var zannedip daha 19.50'den televizyonun karşısına, battaniyenin altına kuruldum. yağmurla sonlanan nispeten başarılı bir pikniğin ertesinde evde izleyecek bir şeyler olması, yıllar önceki bizimkiler lezzetini verdi. dizinin bitmesini hiç istemezdim, bilirdim ki dizi bitince yeni bir hafta resmi olarak başlayacak ve ben yeniden çantamda defterler ve kitaplarla okula gitmek zorunda kalacaktım. behzat yerine türk filmi başladı, yüzyılın en fazla tarihi değişen yapımları listesinde bir basamak daha yükseldi pilli bebek'in kutsadığı bu güzel dizi. gelecek haftadan itibaren tekrar pazar günüymüş, bu hafta hangi gün oynayacağı ise son dakikaya kadar açıklanmayacakmış güvenlik nedeniyle. 

neyse dedim, klip izlemeye başladım. kendime geldiğimde bir buçuk saat geçmişti. rihanna dönüyordu vh1'de, bilgisayar açmaya üşeniyordum fakat televizyonda izleyecek neredeyse hiçbir şey yoktu. tarkan'ın seslendirdiği büyük göçler belgeseli, kainatın en kötü seslendirmesi yarışmasına gayet iyi hazırlanmıştı. ağır çekim görüntüleri, ağır çekim dublajlayan bir megastar gerçeğiyle daha fazla yüzleşmek istemedim. kalktım bilgisayarı açtım, antalya yöresinde kiralık ev aramaya devam etmek gerekiyordu. 

ilk ay için apart ya da pansiyon gibi kompakt bir çözümde karar kıldık, daha doğrusu babam kıldı ben de onayladım. eşya-fatura madrabazlığına girmeden önce, önce ortalığı kolaçan etmeliydim. tezcanlılığa gerek yoktu, hem biraz beklemenin kimseye bir zararı olmazdı. antalya'da tanıdık epey vardı, bir şekilde haber çıkardı. bir yatağı ve televizyonu olan pansiyonda kalmak benim için sorun olmazdı, zaten kendimi işime vereceğim bir süreçte nerede kaldığımın da çok da önemi yoktu. 

her gün, bir önceki günün neredeyse iki katı daha fazla odaklanıyordum. içimdeki mimarın hatları biraz daha belirginleşiyordu, her sabah daha çok istiyordum çalışmayı. kendimi, kendime kanıtlamam gerekiyordu, mimarlığı seviyordum fakat şimdiye kadar yeterince çaba göstermemiştim. antalya'da kalmak istiyordum ve mimarlıktan başka bir şey elimden gelmiyordu, gelmemesi de gerekiyordu.

bu, evdeki son pazar akşamım. en azından artık yeni bir hayata başlıyorum ve eve çok uzak olmayan bir başka yerde olacağım. antalya'da mutluyum, iyi ki istanbul'a ya da başka bir yere dönmüyorum. yeni bir şehirle tanışmak istemezdim, ailemi görmek için yıllık izinleri bekleyemezdim. bu gerçekten benim bile tekrarlamaktan kaçınacağım bir aptallık olurdu.

to bid you farewell ile devam ediyor küçük kardeş, iyi bir müzik zevki olmasında şüphesiz ki payım büyük. opeth bazı zamanlar biraz daha iyidir. yeni bir hayatın arefesinde olmayı özlemişim, amaçsızlık belli süre sonunda insanı çürütmeye başlıyor. nem gibi, pas gibi.

yazı serüveni de hafiften bitmeye yakınsıyor mu ne? blogun bundan sonraki seyri mimarlık üzerine olmalı diye düşünüyorum, belki projeleri ve projeler üzerine aklımdaki her şeyi gün gün kayıt altına alırım. kendi çapımda mimarlık portalı yaparım, daha tam karar vermedim. buna da zaman karar versin. dünya turuna çıksaydım dünya turunu yazacaktım, tuborg'ta işe girsem tuborg üzerine özelleşecektim fakat içme isteğim bile yok bu aralar. pahalılığı açıkçası beni bezdirdi ve para kazanmaya başladıktan sonra da üç bira alacağım parayla gidip bir tane kitap alacağım. yazar olmayı seçenlere bir faydam dokunsun, bira şirketlerine yeterince verdik zamanında.

evet, çarşamba sabah iş başı. toparlanma süreci son hız devam ediyor, mimar olmayı istiyorum.





Hiç yorum yok: