1 Aralık 2010 Çarşamba

ending credits

at başlı ejderha diye başlık atıp neyden bahsedeceğimi bilmediğim bir yazıya daha yelken açacakken, winamp "dur" dedi. "al sana başlık, gerisini opeth'in hayatındaki yeri ve öneminden hareketle şekillendir". ben de önce başlığı koydum, sonra da hazırlıksız yakalandığım 10000. gün festivaline bir kenarından girmeye karar verdim. keşke son geceye bırakmasaydım ama artık çok geç. okulda da böyle olurdu; her gün bir saat çizerek halledebileceğim şeyler için son gece cinnet geçirmiş mavi yengeç gibi sabahlardım. sabah ezanı sonum olurdu, elimde sanki patlamadan geriye kalmış bir maketle okula giderdim. hem kendimden hem de maketten utanırken, o proje dersini bir şekilde atlatmanın isteğiyle orta bahçe'den kahve alırdım. yıldız teknik, ağaçların gölgesinde kahve içmek için fena bir okul değildi.

müzikal yolculuğumun temelini dayımdan çarptığım queen - innuendo ile atmış ve ilk katı scorpions'un best of'uyla çıkmıştım. still loving you, bestelenmiş aşk acısı şeklinde gelmişti fakat kimseye aşık değildim. yine de oturup aşk acımı çektikten sonra da "wind of change" ile yumruğumu kaldırmıştım. büyülendiğim ilk solo innuendo'daydı, albümden şu zamana kadar gelen en büyük şarkı ise "these are the days of our lives" oldu. ne zaman çıksa bir durup dinlerim, hem geçmişi, hem geçmişten gelen kendimin bugünü hem de gideceğim yolu düşünürüm. freddie bir başka söyler şarkıyı, insan yavaşça süzülür. yüzleşir, hesaplaşır ve şarkı bittikten sonra hayatına kaldığı yerden devam eder.

queen ve scorpions evresinden sonra nirvana gelir, solistinin intihar ettiğini bir yerlerden duymuştum fakat kendileriyle tanışmam blue jean dergisinin verdiği klip cd'siyle olur. internet üzerinden video izlemenin futuristik olduğu, rock'a dair görselin sadece pazartesi günleri trt3'te yayımlanan izdüşüm sayesinde gerçekleştiği 90'lar sonu. oysa efsane albüm nevermind diğer tüm güzel albümler gibi 1991'de çıkmıştı fakat küçük ilçede yeşeren ergenliğimin bunlara ulaşması için sekiz sene geçmesi gerekmişti. "smells like teen spirit" için tüm zamanların en önemli şarkısı gibi tuhaf şeyler geliyordu kulağıma, ilk dinlediğim zamanlarda "bu muymuş en önemli" diye burun kıvırıyordum. the heart shaped box'u, in bloom'u, unplugged'taki the man who sold the world'u zamanla ne kadar sevdim anlatamam. başa sarmak konusunda ihtisas yapıyordum, kurt cobain o zamana kadar gördüğüm en karizmatik herifti ve kafasına av tüfeğini dayamasının üzerinden altı sene geçmişti. küçük ilçede her gün bir öncekinin aynısıydı, değişen sadece ben oluyordum. kısıtlı imkanlarla kaset elde etmeye çalışıyor ve sonra onu megabasslı sony walkmenime kurban ediyordum. kapağındaki megabass dalgasını yukarı kaldırınca müzik kalitesinin kendisini katladığı bir icattı, o dalgayı kaldırmadan müzik dinleyen adamların dünya'nın bir köşesinde var olup olmadığını merak ederdim.

nirvana döneminden sonra üniversite yılları başlar, 2000'lerin başı izmir. mp3 cd'lerinin tezgahı yavaştan kaplamaya başladığı fakat walkmenlerinde başa baş mücadele ettiği o güzelim yıllar. üniversiteyi kazanmakla her şeyden kurtulduğumu sanıp bir ay sonra fizik-kimya-biyoloji ve matematik vizelerini yüz üzerinden yedi ortalamayla tamamladığım yıllar. küçüktüm, ölümden sonra hayat yok diyen seyyar pilavcılar gibi liseden sonra ders yok diye kendimi kandırırdım. tabii varmış, berbat başlayan üniversite maceramın en güzel tarafı ise gün boyu müzik dinlemekmiş, edebiyat fakültesinin bahçesinde the beatles ile bira içmekmiş. bir süre the beatles ile yaşadım, i wanna hold your hand'te elini tutmak istediğim bir sevgilim henüz yoktu ama şarkıya yine de eşlik ettim. let it be dedi lennon, her şeyi akışına bırakıp ilk sene sekiz dersten kalarak lise 1'de tüm dersleri beş olan çalışkan çocuğa şık bir ayar verdim. müzik dinlemem gerekiyordu, suç ve ceza'ya da henüz başlamamıştım.

üniversitedeki ilk sene bittiğinde, okulu bırakıp yeni bir okula başlayıp onu bitirmenin daha kısa süreceğini farkettim. organik, inorganik, fiziko ve bunun gibi bir sürü sevimsiz kimyayı görmek istemiyordum, mimar olmak aklımın bir köşesinde yavaşça yerleşmişti ve bir sonraki öss'yi kendime armağan etmek zorundaydım. yaz tatilini bir rock barda çalışarak geçirecektim ve neler olabileceği konusunda pek bir fikrim yoktu.

teras katında küçük bir oda verdiler. eski bir çift kişilik yatak ve bir masadan başka bir şey yoktu. gündüzleri o kadar sıcak olurdu ki, sürekli soğuk duş almak zorunda kalırdım. müzik kültürüm hafiten şekillenmeye ve zenginleşmeye de başlamıştı. barda çalan grup hiç fena değildi ve daha önce duymadığım şeyleri o kadar güzel çalıyorlardı ki şarkıların orjinalinin nasıl olduğunu merak etmeden yapamıyordum. system of a down - chop suey ile ansızın karşılaştık, daha önce benzerini bile duymadığım bir şeydi. silahlı çatışmanın müziğe dönüştürülmüş haliydi, toxicity albümü gecemi gündüzüme katıp anlamaya çalıştığım bir albüm oldu. yavaşlayan kısımlarını ayrı bir sevdim, çeşitliliği kutluyorlardı adamlar her şarkıda, benzersizdi, eşsizdi fakat bir radiohead değildi.

radiohead, hayatıma creep ile girdi ve bir daha çıkmadı. bardaki grubun bu şarkıyı güzel çaldığını düşünürken, thom yorke'un sesini biraz içtiğim bir gece duymamla "ben burada ne halt ediyorum" demem bir oldu. creep'in radiohead çizgisinde bir şarkı olmadığını iddia edenleri ise bir kamyona doldurup denize döktüm. yetmedi, bir kepçeyle hepsini denizin dibinden çıkarıp medusa diskonun neonlu-sütunlu pistine bıraktım. onları helak ettim.

radiohead'ten asıl darbeyi ise adamın birinin bir akşam üstü bara "ok computer" getirmesiyle yedim. barın temizliğini bitirmiştik, ortalık sakin ve temizdi. kimseler yoktu, diktatörlere özenen patron da başka bir cehennemdeydi. albümü dinlemeye başladım, bira musluğuna gidip porselen fincanımı fulledim. güzel bir ses sistemi vardı, karma police'i ilk duyduğum an "tamam" dedim. öyle net bir tamamdı ki, neredeyse on sene geçmiş ve ben şu an bile aynı şarkıyı aynı zevkle dinliyorum. ortadaki tramplen sesine varana kadar ezberimde her şey.

radiohead ile müzik zevkimin bir kademe yükseldiğini hissediyordum, barın cd arşivi de buna destek oluyordu. müzik kültürü tuğla örmek gibiydi, her yeni albümle biraz daha şekilleniyordu. bir duvar oluşturmak yıllarımı alacak gibi olsa da buna hazırdım, pink floyd'un the wall'ı da "hazır örülmüşü var" diye birden bire karşıma çıktı. barda dinlemek yerine odama çıkardım albümü, bir tane de cdçalar ayarladım. sabaha karşı kapattığımız bardan sonra ortalıkta pek dolaşmadan teras kattaki odama çıkıp denize karşı pink floyd dinledim. güneş denizin üzerinden yükselirken, ben de dünya'nın üzerinden yükseldim. yörüngeye yerleşip pink floyd dinledim, comfortably numb ise her şeyi bir daha eskisi gibi olamayacak şekilde değiştirdi. ölümlü insanların arasına ölümsüz parçalar yollamak, pink floyd gibi küstah grupların işiydi. hey you'da kendimle konuştum, yüzleştim. bir kolordunun ayazında, diyarbakır'da nöbetteydim. illegal yollarla müzik dinliyordum, küçük bir mp3 çalardı, kamuflajımın yakasında kendini belli etmeden yaşardı. didim'de denizin üzerinden yükselen güneş, diyarbakır'da ovanın ucundan doğardı. dakikaları sayardım metronom gibi, bazen zaman dururdu. bazen her şey ilerlerdi ben dururdum, senkron eksikliği yaşardım günaşırı. vatani görevdeydim ve aklımın bir köşesinde daha önce dinlediklerim çalardı. 

didim'deki ilk sezonu bitirip ege üniversitesi'nde ikinci seneye, alttan derslerimin önder komutanı gibi başladım. o günlerimin şarkısı ise kesinlikle radiohead-sulk'tı. the bends de en az ok computer kadar iyiydi, boş sokaklarda yürüyüp ne olacağımı düşünürken de "street spirit" ne güzel gelirdi. walkmenim montumun iç cebinde, yürürdüm gün aşırı. saçlarım biraz daha uzun, umutlarım biraz daha kısa. 

last.fm sayfama bakıyorum da, radiohead en fazla dinlediğim grupken ikincilik the beatles'ta. üçüncülüğü ise bu toprakların bence en iyi müzik yapan insanı, sözleri en anlamlı olanı ahmet kaya alıyor. kim ne dinlerse dinlesin, ahmet kaya'da insanın özüne inen bir damar vardır, kayıtsız kalmak pek mümkün olmaz. her şarkıda bir görüşü vardır, ifadesi neyse çıkıp savunur. kıvırmaz, soytarılık yapmaz. "soytarılık yapmadan güldürebilmek seni, ekmek çalmadan doyurabilmek" dizeleri bile anlatır her şeyi. her dizesinden öykü çıkar, her öyküyü bir dizeye sığdırdığı yetmezmiş gibi bunu çok da güzel icra eder. yavşakların domine ettiği türk medyasının ona oynadığı oyun da, bu mert tavrının bir ödülüdür. magazin gazetecileri derneği, bir ahmet kaya şarkısı etmez. her zaman dinlenmez ahmet kaya, o gelmesi gereken zamanı bilir. aynen deep purple gibi.

"şimdiye kadar hiç gündüz vakti "when a blind man cries" dinlemedim, bundan sonra da dinlemeyeceğim. gece olmalı, şarkıyı açtıktan sonra tüm ışıklar gözlerle birlikte kapatılmalı. içgüdü gibi bir şey bu, birkaç dakikalığına kör olmadan anlamı eksik kalır. şarkı biter, eğer gece üzerime çökmeye başlamışsa ve bira da içmişsem soldier of fortune ile devam ederim. barın kapanış şarkısı bu olurdu, bir bardak daha doldururdum bira akan musluktan. babalar tüm endamıyla boğazın kenarında seslenirken de gözlerimi bir açarım ki 2009 yılında istanbul'dayım. mimarlığı okumuş bitirmişim, ofisten çıkıp beşiktaş'tan tekneyle kuruçeşme'ye gelmişim. bir bira daha? neden olmasın.

istanbul'daki günlerimin azaldığı, askerliğin yaklaştığı, her şeyin bitmeye yakınsadığı anlarımda ise tek bir şarkı çalardı gökkubbede. opeth, ending credits ile beni sakinleştirirdi. bitmekle yükümlüydü her şey, hayat bile. enstrümantal bir şarkı nasıl olur da bana bir kitap okumuş hissi verirdi anlamazdım. opeth nasıl bir gruptu da, beni zamanın ortasında ellerimden yakalardı bilmezdim. sadece dinlerdim; şarkı yükselir, devam eder ve biterdi. dört dakika önceki halimden eser kalmazdı, başkalaşım geçirirdim; biraz daha sakin. 

farklı grupların farklı zamanlarından çıkmış olmasına rağmen, ending credits'in ruh ikizi camel'ın after all these years'ından başkası olmazdı. her şeyi başlatan camel'dı sanki, beni soğuk bir istanbul gecesinde donmak üzereyken bulan ve üzerime rajaz'dan battaniye örten de bu adamlardı.

rajaz'ı ilk duyduğum andan itibaren, hayatımın en önemli şarkılarından birisi olacağını biliyordum, eksik parçam gibiydi. kilit taşımdı sanki, her şey o gelmeden önce çökmek üzereydi. boğaza bakıp dinlerdim soğuk aylarda, vapurlar başka kıyıdan adamlar getirirdi. hava soğuk olurdu, kırmızı tuborg'la ısınmaya çalışırdım. gündüzleri bir ofise gider, öğlen yemeğinden sonraki o boyutsuz dinginlikte rajaz'ımı bir fincan kahveyle yutardım. antidepresanımdı, yazarak sakinleştiğim bir romanın ilk sayfasıydı. rajaz benim sol anahtarımdı, ki hala öyledir. ne zaman dinlemeye karar versem, yerimden kalkarım ve kahve yapmak için mutfağa giderim. bir fincan kahvede bulurum kendimi, eğer geceyse de biraz kırmızı'da.

biraz yağmur yağarsa da creedence clearwater revival, "have you ever seen the rain?" diye kapımı çalar, kafamı kaldırıp da gökyüzüne bakarım. çakıl taşlarına uzanıp da deniz kenarında yağmura baktığımız sahneler aklıma gelir, genelde geçmişimle yaşarım. ccr, yaşamadığım ülkelerin bilmediğim zamanlarından kalma ne varsa sırayla anlatır, üstü açık arabada on the road'ın geçtiği yerlerden bir de ben geçerim. navigasyon cihazı gibidir, amerika'nın görülmeye değer ne kadar yeri varsa sırayla gezerim, saçlarım rüzgarda dalgalanır. yetmişli yıllar görülmeye değerdir, progressive rock dinleyen mini etekli güzel kızlara çaktırmadan bakarım.

müzik sayesinde hem kendi hayatımda hem de insanlığın tarihinde rahatça gezinebilirim, ölürsem de ardımdan yine rajaz çalar, cennete yükselen bir ruhla son kez dönüp de dünyaya bakarım.




4 yorum:

4numara dedi ki...

4numara bunu beğendi : rajaz ve toxicity...

mies dedi ki...

4 numara bunu beğendi, sen de beğen!

Adsız dedi ki...

10000. günün kutlu olsun, mutlu olsun. 20000 ve 30000'i de görmen dileğiyle.
drunk bat (10000. gününü farkında olmadan geçirmiş birisi)

mies dedi ki...

teşekkür ederim, birlikte daha iyiye:)