30 Aralık 2010 Perşembe

gezcek sen memleket memleket

bazen'i yazıp biraz daha ofiste kaldıktan sonra artık gitme vaktim gelmişti, otelde en azından gözlerimi dinlendirebilir ve rüya görebilirdim. hem karnım da iyice acıkmış, sırtım sinyal vermeye başlamış, antalya'nın keskin rüzgarları da ağaçları yerlere kadar indirmeye başlamıştı da kitap mı yazıyorsun ulan ne anlatıyorsun?

ofisten çıkıp parkın içinden geçerken, alt katta terzilik yapan ve akşamları parktaki bankta oturan amcaya rastladım. tuhaf birisiydi, türk değildi. türkçe'yi uzun zamandır bilmesine rağmen anadilinin etkisini azaltamadığından mimarlığa arşitekçur diyordu. konuşması sevimliydi ve onu türkiye'de terzilik yapmaya iten hayat hikayesi neydi bilmiyorum. kelimeleri yuvarlamasından anadilinin fransızca olduğunu, fakat yüzünün kuzey afrika'dan (tunus ya da cezayir) geldiğini fark ettim. eski bir montu vardı ve bir türk'le evlenip buralara gelmişti. nerede tanışmışlardı ki acaba? çocukları var mıydı? bütün bu soruların cevabını devam eden günlerde öğrenecektim.

mimarlığın iyi bir meslek olduğunu ama her şeyden önce gezmek ve şehirlere bakmak gerektiğini söyledi, kendisinin artık ömrünün sonuna geldiğini ama mimar olmayı hep istediğini de ekledi. gezmeyen mimardan, tam anlamıyla mimar olmayacağını söylerken, yaşlı adamın benim 40 sene sonraki halimin bir yanılsaması olduğunu bile düşündüm. fakat gerçekti, başka birisiydi ve türkçe'deki karşılığını bilmediği kelimeleri kullanmaya devam ediyordu. "gezcek sen memleket memleket" deyip bana iyi akşamlar diledi. nasıl da haklıydı anlatamam, nasıl da yüreğime dokundu. daha birkaç saat önce yazısını yazdığım şeyin, parkta oturan bir adam tarafından yinelenmesi düşüncelerimde doğru ve yaşayışımda yanlış bir şeylerin olduğunun yeniden altını çizdi. fikir bazında haklıydım ama bu haklılığımı puana çeviremiyordum; daha avrupa'ya gitmeden, önemli binaların galeri boşluklarında kafamı yukarıya kaldırmadan, provence'nin dar sokaklarında sırtımda çanta, elimde eskiz defteri dolaşmadan yarım bile değil çeyrek mimardım. ve bu eksiklikle gelip de çalışmaya çalışıyordum.

parkı arkamda bırakıp alışveriş merkezinin kaygan zeminli girişinden içeri girdim, ne yiyeceğimi bilmiyordum. sıcak bir çorbanın özlemiyle üst kata çıktım, ecnebilerin food court dediği ve anlayış olarak birbirinden hiçbir farkı olmayan markaların yan yana dizildiği bir sahneye baktım. burger king ve aynı tatlarından yemek istemiyordum, belki acılı tavuk iyi olabilirdi? popeyes'in tavuklu menüsünü alıp masaya oturdum. insanlar ve malzemeler yine aynıydı, giydirme cephenin detaylarına ve tavanda devam eden ışık bandına bakarak yemeğimi yedim.

her günüm yine aynı geçmeye başlamış ve parktaki adam gün içinde duyduğum en anlamlı cümleyi fısıldamıştı.



5 yorum:

4numara dedi ki...

gezmek gerek elbet fakat bir de şu var ki elin oğlu daha ilkokula başlamadan tıpış tıpış yürürken guggenheim müzesini görerek dolaşıyor şehirde ya da ne bileyim tadao ando'nun brüt betonunun üzerine oturup cırcır oluyor liseli aşıklar. alvaro siza'nın kilisesinde dua ediyor dindar. vizyon bu noktada ayrılıyor biraz maalesef. biz meselenin farkına vardığımızda yani bu yazıyı yazma ihtiyacı bünyende doğduğunda bir bardak soğuk su da yanında promosyon geliyor ne yazık ki. çeyrek mimarlık değil bunun adı. çeyrek altın bile olur ama mimarlık olmaz. çok dertliyim lan :)

4numara dedi ki...

bir de kuru dal üzerindeki kırmızı sanki daha çok yakışıyordu blogun tepesine ya da alışkanlık. karar veremedim.

mies dedi ki...

yılbaşı için bu banner, vitrinini düzenleyen kolpa mağazalardan ne eksiğim var:) eskisi bence de daha iyiydi ama renderı alıp uğraştıktan sonra da koymak istedim. müşterinin ilgisini sıcak tutmak lazım sonuçta, her güne yazı-foto yetmez, biraz da model koymak gerek. dükkanımı açmadan önce pilot bölge olsun burası.

elin oğlu hayata hükmen galip başlıyor ama biz de türkiye'de o kadar şanssız değiliz be. ayasofya'sından tut da antik kentlere kadar geniş bir skala var, sadece modern mimaride sıkıntı çekiyoruz. biraz da kilim desenli mikropluklarda. mies efendi'nin tek bir yapısını dünya gözüyle görmeden ölmemek lazım, gerekirse blogumu o da olmadı böbreğimi satarım.

4numara dedi ki...

teslim öncesi mimarlık öğrencisi gibi oldum terbiyesizim. yarın sunuş var, kaçacak delik arıyorum. blog olur, böbrek olur. yeter ki kaytarayım.

mies dedi ki...

memur olup de her şey bitmiyor ki, mimarlığın çilesi özel-devlet fark etmez.

"bir bedel varsa, bunu ödeyecek olan yine mimarların kendisidir." k. atatürk.