20 Haziran 2011 Pazartesi

çökertilen şebekeler

iyiden iyiye bastıran sıcaklar, parmakları klimanın açma kapama düğmesine uzatınca bölgenin kapasitesi yetmedi ve elektrikler bir daha gelmeyecekmiş gibi gitti. ondan sonraki post apokaliptik dönemde, etrafımda dolaşıp ellerini ovuşturan iç mimarlık dergilerini açıp okumaya başladım. ilk dergi küçük mekanlar için büyük çözümler sunuyordu. bu kahrolası küçük mekanların çektiği nedir diye düşünüp, ikinci dergiyi aldım. işte farklı bir dergi, adeta iç mimarlık serüvenine atılan bir pandik: büyük çözümlere küçük mekanlar sunuyordu bu da. hepsi mekan ve çözüm üzerine kafayı yedikten sonra kendilerini yıllar önce bir matbaaya hapsetmişlerdi. hangi yıl olursa olsun içerik değişmiyordu ve "burada ahşabın sıcaklığı salona verilmiş, mutfak dolapları dildolarla süslendikten sonra mekana bir renk katılmış" tarzı masalsı cümlelerle devam ediyordu. mişli geçmiş zaman sayfalardan taşıyor, beyaz lake masamın ve artık bir ölüden farksız ekranımın önünde boylu boyunca uzanıyordu.

on dakika sonra dergilere bakmak istemediğime karar verip ofisten kaçtım, hedefim yakın bir alışveriş merkezine gitmek ve mentollü ne varsa almaktı. mentollü şampuanların kafamda açtığı yarıklardan sonra duyduğum serin esintiler, mentolsüz ne varsa çöpe göndermeme sebebiyet vermiş ve safra kesesinin üzerinde bir noktaya mentol kesesi taktırmak için hastane kapılarında dolaşmıştım. saçlarım kalın telli, sık ve siyah olduğundan, tüm sıcağı beyne ileten reseptörler gibi davranıyordu. kilolarca sıcaklığı kafamda taşırken de sağlıklı düşünemiyor ve sorulan sorulara cevap veremiyordum.

bir yeter demek zorundaydım ve bunu birkaç saat önce hunharca gerçekleştirdim. uçur beni muharrem dedim ve muharrem, cevaplarımı bir yere kaydetmemi isteyip istemediğimi sormadan uçurdu. toz bulutu daha dinmeden, sonunda soru işareti olan tuhaf cümlelerden kilometrelerce uzağa gitmiştim. cevaplamak ve soru sormak bana göre değildi, benim bir şeyler anlatmam gerekiyordu. elektriğin kesik olduğu uzun yıllar boyunca ne yapmak istediğimi ve hayattaki amacımı düşündüm; küçük mekanlara büyük çözümler sunan bir iç mimarlık dergisine editör olursam emeklilik garantiydi. eskiciden topladıkları saçma sapan şeylerle eve retro bir hava kattığını zannedenlerle yapacağım röportajlar da camiada ses getirirdi. batık gemiden paslı çivi söküp salonun ortasına koyan adamı "işte manifesto budur" diye kışkırtırsam da yerimi sağlamlaştırırdım.

vardığım sonuçları maddeler halinde kağıda yazarken elektrik geldi, elim açma kapama düğmesine ulaşmadan geri gitti. elimi geri çekerken bir kez daha geldi elektrik; adeta vahşi bir kobra gibiydi ve ani hareketler yapıyordu. ne yapmak istediğine karar vermesini bekledim. anakartı ve anakarta saplanan türlü madrabazlıkları yakmak istemiyordum. elektrik düşünüp taşındı ve benimle kalmaya karar verdi. ben de düğmeye bastım ve yazılara kaldığım yerden devam ettim. artık soru istemiyordum.



3 yorum:

Adsız dedi ki...

sevindim soru almamana. 'seni tanımak olmuyordu' böylesi.zaten amaç nedir,neydi bilmem.teknoloji garip şey.sorular olmak istemediğin (en azından benim görmek istemediğim) bi' düzlemde var ediyordu seni dayanamadın sen de, belki de.sana göre değildi, ya; ben işaretlemiştim(:

Adsız dedi ki...

Yaşıyor olduğunu bilmek, Kafka'nın ölü olduğunu bilmekten daha çok huzur veriyor. Biraz daha ölme adam.

mies dedi ki...

yaşamak için elimden geleni yapıyor ve ortalıkta pek dolaşmıyorum. işten eve, evden işe. dört dakika dışarıda duruyorum 24 saat boyunca.