13 Haziran 2011 Pazartesi

doğal seleksiyon


ayda yılda bir bira içeceğiz, onda da seçim yasağı nedeniyle alkol ambargosu uyguluyorlar. marketlerin alkol reyonunda boylu boyunca bantlar vardı ve içip içip oy vermenin o buruk tadını bu şekilde engelleyebileceklerini düşünüyorlardı. bir gece önceden mağdur olmamak için iyicene içtiğimden, oy vermeye gittiğimde hala tam ayılabilmiş değildim. pusulayı verdiler, bir kabine gittim ve damgayı vurduktan sonra pusulanın zarfa sığmadığını fark edip, mantı katlar gibi kağıdı katladım. zarfa anca sığdı, gittim şeffaf sandığa iteledim vergi vererek kazandığım vatandaşlık hakkımı. demokrasinin gereğiydi sandığa itelemek. sandığın başında bir sürü adam, dışarıda polisler ve ilkokulun küçük tahta sıraları. girdiğim sınıfta çocukları kışkırtmak için "hepiniz özelsiniz" yazan bir pano vardı. hepiniz zamanla genel olacak ve koyun gibi güdüleceksiniz; kafanızı kaldırmaya çalıştığınız an polisin copu, adaletin paslı terazisi kafanıza inecek. adam öldürürseniz bir şekilde sıyrılabilecek fakat düşünür ve devlet için tehlikeli bir hale gelirseniz iflah olmayacaksınız. hakkınızdaki suçlamalar dosyaları dolduracak, bölünmez bütünlüğe karşı çıktığınız ve iktidarın yanında olmadığınız için lanetleneceksiniz. hepiniz şimdilik özelsiniz bebeler, oy vermeye çalıştığınızda elinizde evet mührü ile şıklara bakarken kendinizi daha da özel hissedeceksiniz.

ailecek oylarımızı verdikten sonra antalya'da yaşamanın bir güzelliği olarak olimpos'a gitmeye karar verdik. herkes oy vereceğinden ortalıkta kimse olmazdı ve bu da bize, doksanlardaki olimpos'un tenhalığını getirirdi. kimseler gelmezdi eskiden, sahilde tek tük güneşlenen turistler dışında insan olmaz; tekneler de pek tercih etmezdi. değişik adamlar, değişik kadınlarla gelirdi. günün birinde ben de yeterince değişik olursam, değişik kadınlar için bir zar atma şansına erişebilirdim. küçüktüm ve gelecekte beni neyin beklediğini pek bilmiyordum. küçüktüm ve pazar akşam üstleri, bir sonraki gün okul var diye kendime eziyet ediyordum.

hava epey sıcak olmasına rağmen deniz yeterince soğuktu ve her şey yerli yerindeydi. birkaç tekne yanaşmış ve başka ülkenin karanlık coğrafyasından gelenler yüzlerini güneşe dönüp anın tadını çıkarmaya başlamıştı. denizin yüzeyinden seken güneşin teknenin gövdesinde oluşturduğu ışık oyunlarına bakarken bir kez daha büyülendim. suyun üzerinde sırt üstü uzanıp, ellerimi başımın arkasında kavuşturduktan sonra sakince düşündüm. istanbul'dan yılda bir iki haftalığına eve geldiğimde yine olimpos'a gelir ve istanbul'da ne halt yemeye yaşadığımı düşünürdüm. buraya aittim fakat okul bitmek bilmediğinden geri dönmek zorundaydım. statiği veremezsem başım belaya girecek ve dönem içi derslerle birlikte her şey birbirine girecekti. neyse ki dün öğleden sonra sırt üstü uzanırken bunlar artık benim dertlerim değildi. istanbul'da değildim ve kolona binen yükler de benim sorunum değildi.

artık birer bira içebilir ve antik kentin içindeki sarmaşıklarla korunan gizli köşemizde inzivaya çekilebilirdik. ikişer kırmızı tuborg kulağa hoş geliyordu, gişelerin yanındaki büfeden tanesi beş kağıda dört tane kırmızı aldık. yalıtım tedirginliği çerçevesinde, fotoğraf makinesini boynuma asıp kutuları çantaya sıkıştırdık. yolumuz fazla uzun değildi, mozaikli yapının sonundaki tatlı su kaynağının oraya yerleşip güneşin altında kavrulan bedenlerimizi soğuk suya bıraktık. su, biralar kadar olmasa da soğuktu. yarı belimiz suyun içinde en iyi beş kırmızı tuborg sahnesinden birisini gerçekleştirdim. küçük bir şelale de hemen birkaç metre ötemizdeydi. yeterince fotoğraf çektikten sonra yeterince içmediğimize karar verip yeniden gişelere gittik. kırmızıyla devam etmek aileden aforoz edilmemize neden olabilirdi, o yüzden fena olmayan efes fıçı ile geri döndük. bu sefer hedef, ortaçağ kalesini karşıdan gören ve hemen solda, eudemos'un lahti üzerinden yükselen tepeydi. çevik kardeşler bilardo salonunun iki kurucusu gibi, birkaç dakikada zirveye ulaştık. güzel esiyordu ve uzun zamandır rajaz dinlemiyordum. biralar su oldu aktı, ayaklarımı aşağı sarkıtıp uzun sahile bakarken uçabileceğimi düşündüm. kendimi boşluğa bıraksam yere düşmek yerine havada süzülürdüm sanki, tatlı bir rüzgar varken yerçekimini umursamazdım. kara bir poşet bile süzülebiliyorken, bunu ben de yapabilirdim. sadece bir kere, iki kale arasındaki bir noktada öylesine süzülmek ve durmak istiyordum. biralar ve şarkılar bittikten sonra gerisin geri inmeye başladık. kardeşimin ayağı kaydı ve benim üzerime düştü; güçsüz ve tombalak olsaydık aşağıya kadar yuvarlanır ve çok şık çizikleri hayatımızın sonuna kadar saklardık ama güçlüydük, bir yerlere birkaç saniye içinde tutunduk. sol parmağım ve sağ avcumda birkaç çizikle aşağıya inmeyi başardım, hazır başarmışken de denize doğru koşmaya başladım. içtikten sonra deliler gibi kulaç atmak her zaman rahatlatır ve ayıltırdı. bira içtiğimizi çaktırmazdık o zaman. 

akşam yavaşça inmeye başlamışken, olimpos'tan en yakın zamanda yeniden görüşmek üzere ayrıldık. arabanın radyosundan akp'nin her iki kişiden birisinin oyunu aldığını duyana kadar dünya'nın en güzel ülkesinde yaşadığımı düşünüyordum. her yanım hürriyetti, her yer benimdi. eve vardık, televizyona bakmamaya gayret edip çantamı hazırladım. tüm iller tek bir partiyi seçmişti, ülkenin kuzeyi güneyi, doğusu batısı demeden herkes ne istediğini belli etmişti. halk böyle istiyor diye sansür yaygınlaşacak ve bloglar bile günün birinde kapanacaktı. bir şeylerin sonuna geldiğini düşünmeye başlarken evden çıktım, sabah erkenden gelmek yerine akşam çıkmak daha iyi olacak ve evimde uyuyacaktım.


olimpos tarafından bir kez daha geçerken "old and wise" çalmaya başladı, güzel bir günün ardından bir koltukta uyuyakaldım. eve ulaştığımda gücüm tükenmişti, saatimi 03.00'e kurup develer gibi yatağa yığıldım. rüyamda, suyun üzerinde duran kırmızı tuborglar ve dirk nowitzki vardı.


1 yorum:

Adsız dedi ki...

hocam bi mail adresi verde bi fotoğraf için iznini alayım