30 Haziran 2011 Perşembe

a day at the end of the june

seslerin arasında çaresizce bekliyorum. bilgisayar fanı sabit, beş dakika önce patronun telefonu susmak bilmedi, iki dakika önce kapı çaldı, bir dakika önce her kim geldiyse onun telefonu ötmeye başladı, otuz saniye önce iş arkadaşım metretülün ne olduğunu sordu, on saniye önce yavru bir kuş son bir haftadır olduğu gibi tek tondan ötmeye başladı ve şimdi klavyenin takırtıları arasında bu durumu yazmaya çalışıyorum. boş kafamın içinde yankılanan sesler canımı sıkıyor. odama doğru gelen ayak seslerinden, uzaktan geçen gemilerin yelkenine dolan rüzgara kadar her şeyi duyuyorum. kuşlar ara vermiyor, market kasasındaki biplemeler de. bir tek elektrikli bisikletlerin sesini duyamıyorum. 

yaklaşır bir haftadır bir dizinin içinde yaşıyordum. chicago'da altı çocuklu ve ayyaş bir babanın yaşadığı evi mesken bellemiştim. fiona'yı seviyor, frank ile içiyor ve parçalanmış olmasına rağmen hala bir arada duran bir ailenin etrafında geçen olayları, kendi hayatımdan tek bir şeyi bile umursamayarak büyük bir iştahla izliyordum. dün gece ilk ve tek sezonu bitirdim ve kendime döndüm. dün neredeyse hiç konuşmamışım onu fark ettim. akşama kadar sıkkın bir suskunlukla bekledikten sonra eve dönmüştüm. bir bölüm daha izlemiş, sonra bu yetmez deyip bir tanesine daha başlamıştım. bir gün önceden kalan pilavı mikrodalgada ısıtıp üzerine marketten aldığım ve hiç fena olmayan yaprak döner katmanlarını dizdikten ve bunu da yoğurtla kapattıktan sonra, emprovize döner ustası gibi masa başına çökmüştüm. işim değil, hayatım masa başı artık. muhtemelen öldükten sonra da masa başı bir şeyler ayarlayacağım. 

yine de bir sonraki güne yetiştirmem gereken ödevim olmadığı ve işten çıkar çıkmaz bir yerde çalıştığımı unuttuğum için durum o kadar kötü değil. sabah erken kalkar çalışırım gibi tuhaf bir yalanı kendime söylemeyeli epey oldu. akşamları zihinsel aktivitelerim sıfıra yaklaşsa da, gece yarısını uyumadan geçirmişsem eğer bir şeyler yazma isteğiyle dolup taşıyorum. gece ve sessizlik bana ilham veriyor, bir yerlerden ayak sesleri ve telefon zilleri gelmediğinden düşüncelerimin bana neler fısıldadığını daha iyi duyabiliyorum.

semt pazarının kurulduğu perşembede ve ayın son günündeyim. kendime lens alabilirim diye düşünürken, çamaşır makinesi alma gerekliliği ortaya çıktı. ben değil, annem çıkarttı bunu. tek programlı ve tek kişiye uygun makineler mi ne varmış, mutlaka alınması gerekiyormuş. 600 devir, 300 mm'lik bir lensten çok daha önemliymiş. bu yazı da pas geçerim böyle olursa, bir sonraki ay öğrenim kredim var. ne bileyim, bazen uğraşmaktan sıkılıyorum. mücadele gücüm, başkasının istediği seviyelere bir türlü çıkmıyor; sabahları biraz daha uyumak, sonra biraz daha uyumak istiyorum. ikinci uyku bana maceralı rüyalar veriyor fakat haftada bir gün, o da şanslı günümdeysem uyuyabiliyorum.

belki lanet edip alırım lensi, bu aralar pek de iş olmadığından temmuzun ortasında 3-4 günlük izin de koparırım. kapadokya'ya geri dönmenin vakti gelmiş de geçiyordu zaten. kızılçukur'da sarhoşluk, peri bacalarının gölgesinde fotoğraf çekmek. ıhlara vadisi, ortahisar ve belki de bir kez daha balon turu. geçen sefer fotoğraf makinem yoktu, bir sepet dolusu japon turist ile sabahın erken saatlerinde gördüğüm her şeyi neredeyse unuttum. hiç o kadar yükseğe çıkmamıştım daha önce, neydi adamın adı lars mıydı? balonumuzun adı ise cloud 9'du. sarı, mavi ve kırmızı renkleri vardı. yeryüzüne geri indiğimizde şampanya ikram etmişlerdi. ilk içkimi o zaman içmiş bile olabilirim. zinedine zidane daha dünya kupası finalinde iki gol atmamıştı, önümde binalar yıkılmamıştı.

haziranın son gününe geldim işte; ay başında onur, ay sonunda willy geldi. onur ile berabere kaldık fakat willy resmen yerden yere çarptı. 5 tane onluk aldı, elimden bir şey gelmedi. şimdiye kadar oynadığım en güçlü rakipti ve liverpool, tüm ciğeri sahada bıraktığı halde başaramadı. başka takıma da ben inanmadım.

temmuz da geçsin aynı hızla, ağustosta ligler başlayınca işler biraz daha kolaylaşıyor. doksan dakikalara sığdırıyorum hayatı, kupon yapıp tek maçtan yatıyorum, maç özeti, en iyi goller, puan durumları derken de kendimi unutuyorum. bana acı veren, kendimi hatırlamak oluyor ara sıra. hayatımı bir iş uğruna heder ettiğimi ve başka bir yol kalmadığını itiraf etmesem de biliyorum, derinlerimde hissediyorum. eşyasızlık özlemiyle tutuştuğum günler epey geride kalmış ki, devirli çamaşır makinelerine bakıyorum. hazır almışken de tıraş makinesi alacağım. haftada bir saçlarımı üç numaraya vurmak ve bir daha nefret ettiğim berber koltuklarına oturmamak düşüncesindeyim. ne iş yapıyorsun, memleket nere falan diye sorarlarken bir el soluk borumu tıkıyor.

sesler, bitmiyor. yazı esnasında, iş arkadaşım fıkra bile anlattı. çok az kısmını duyabildim, duyduklarımı ise bir anlam oluşturacak şekilde yan yana dizemedim. sadece yüzümde boş bir tebessüm ile onu dinledim. dün ve önceki gün olduğu gibi. lütfen sus ve geri kalan yıllarda bana internette bulduğun komik olmayan fıkraları anlatma diyemedim. 

en son neye güldüm peki? evsizleri dövüştürüp kazanana bir miktar para veren adam vardı shameless'ta, fikir acımasız olduğu için hoşuma gitti. komik şeylere gülmüyorum, tahayyül edilemeyecek kadar acımasız şeyler daha fazla dikkatimi çekiyor. evsizleri dövüştürmek ne kadar merhametsiz ve ne kadar komik. ne yaptın bana shameless, içimde bir yudum da olsa insanlık vardı. şimdi tek beklentim, akşam olunca eve giderken bira almak ve içip içip film izlemek. 

transformers'ın ilk iki filmini izleyip üçüncüyü sinemada kutlayacaktım fakat çok kötü olduğuna dair yorumlar okudum. aynı yorumları ilk iki film için de okuduğumdan şimdiye kadar transformers izlememiştim fakat birkaç adam süper deyince ve bu adamlardan biri, bana shameless'ı getiren willy olunca izlemem gerektiğini düşündüm. bakalım, dövüşen robot ilk filmde iyiyse üçüncüye giderim. içip içip öyle giderim. 

yazı bittiğinde eve gider ve yemek yerim diye düşündüğümden bilerek uzun ve her zamanki gibi anlamsız yazdım. yazı biterken öğlen yemeği de yaklaştı. hazır kurulmuş semt pazarından salata malzemesi almak ve bunu balık kroketlerle mideye indirmek için güzel bir gün. patates de kızartırım ki hem. elimden her iş gelir, kız olsaydım şimdiye çoktan evlenirdim. 

belasını versin bu cırcır böceğinin. keşke bir de cuma olsaydı, yarın öğlen demeden tatile girseydik.


4 yorum:

4numara dedi ki...

kaç gündür deprem deprem dedin sallandık işte dün gece... Onikinci kat pek bir esniyormuş, bunu da öğrenmiş olduk.

mies dedi ki...

demek ki haziran sonunda adana'da olmamak lazımmış. zaten hafiften kaynamaya da başlamıştır diye tahmin ediyorum sarı sıcağın başkenti.

4numara dedi ki...

kaynamasına kaynıyor da, ben de bu havada grip olma geleneğini sürdürüyorum anasını satayım, başıma ne geldiyse 7 saniyede 1 şişe tuborgu kafaya dikme hevesimden geldi...

mies dedi ki...

şişeyle olmaz, 7 saniyede içmenin yolu arjantin bardağa dökmektir. bira.fm diye gavur icadı var, bir sonraki içişinde oraya gir. içtikçe iç, hastalığı dert etme. geçecektir nasıl olsa.