9 Kasım 2010 Salı

olimpes

- olimpes nedir abi?
- eğer olimpos'taysan ve bir ağaç evde pes oynayıp bira içiyorsan, bu tam olarak olimpes'tir esteban.

devlet memuru olduktan sonra zincirinden boşalmış danalar gibi tatil yapan aziz dostum willy, daha üç hafta önce izmir'den çıkıp sahilden antalya'ya gelmesine rağmen (dört element haftası) yıllık iznini bitiremediği için, aynı güzergahı bir kere daha çizdi. bu herifi gördükten sonra devlet memuru olmaya karar verdim zaten, senede bir ay tatil ve cumartesileri çalışmamak için herhangi bir devlet dairesine kravatla gidip pembe kapaklı tiksinç dosyalar ve raporlarla uğraşabilirim. sıradaki kpss bana gelsin madem.

cuma akşamı kaş tarafından geldi. yolda içme dememe rağmen içmiş, bana adam getirme dememe rağmen de yanında bir arkadaşını getirmişti. dostumun dostu benim düşmanımdır deyip bindim arabaya, birahane gibi kokuyordu. erkenden kararmıştı yine ortalık, sağ şeridi fazla terk etmeden olimpos'a doğru hareket ettik. bu kaçıncı olimpos seferiydi, her seferinde "bu son" desem de en geç iki hafta içinde geri dönüyordum. olimpos arsızlığı 2010'a damgasını vurmuştu ve hala devam ediyordu. varır varmaz akşam yemeğine yetiştik, bayrams'ın yemeklerini ve atmosferini her zaman severim. diğer yeni ve aptal pansiyonların aksine iki katlı ahşap saçmalıklar yoktur, her şey yere yakındır ve portakal ağaçlarının arasındadır. ne ışık direk gelir, ne de çıplak çardaklar ortalıkta dolaşır. her şey portakal ağacının altında yarı saklıdır.

olimpos akşamı epey soğuktu, sahile üç erkekle inmenin hiçbir cazip tarafı olmadığından, odada kalıp pes oynamak herkes için daha hayırlıydı. tuborg yine ortalıkta gözükmüyordu, fıçı efes'lerle odaya gelip laptopu kurduk ve pes 11'e başladık. yenilenin kalktığı ölümcül bir turnuvada en az ben kalktım, liverpool inançlıydı ve torres, küheylan gibi sekiyordu yeşil çimlerin üzerinde. gece, ateşin başında bira içerek sonlandı. resmen bira içmekten bıkmıştım, efes bende bıkkınlık yaratıyordu. ekmek yiyormuş gibi hissediyordum.

pencereyi açık unutmamız gerçekten muhteşem bir gece verdi, soğuktan donarak ölüyorduk. yalıtımı olmayan ağaç ev, dışarının soğuğunu şakaklarıma vurdukça daha fazla küçüldüm yatakta. mikrobik canlılar gibi büzüştüm sabaha kadar. hafif bir karasallık vardı kasım antalya'sında, gündüzleri sıcak olsa da geceleri epey soğuyordu ortalık.

adamakıllı gezebileceğimiz tek gün cumartesi olduğundan, fazla oyalanmadan kahvaltıyı efsanevi omletle tamamlayıp kalktık. önce ceneviz kalesi, antik kent ve ardından phaselis'e gidip yüzmeli, phaselis'ten çıralı'ya dönerken de ulupınar'da balık yemeliydik. çıralı'da güneş batmadan dar boğazda bira içmeli, sonrasında da erken kararan havanın gölgesinde yeniden pes oynamaya başlamalıydık. turnuvalar çetin geçiyordu, herkes iyiydi.

su, yazın olduğundan daha berraktı. hava nemsizdi ve başka yarımkürenin turistleri vardı sahilde. on sene önce tektük insanın geldiği uzak bir coğrafya gibiydi yine olimpos, kendisine yakışanı yapıyordu. yine kaleye çıktık, ne kadar çok çıktığımı ben de bilmiyorum fakat her seferinde başka bir keyif alıyorum bu manzaradan. mevsimlerle birlikte ben de değişiyorum fakat bu taş pencerenin sabit kalmasını seviyorum, mitolojiye inanıyorum.

birkaç saatlik olimpos sahilinden sonra, phaselis'e doğru yola çıktık. yaklaşık yirmi dakikalık güzel bir yol. tahtalı dağı, gökyüzünün bekçisi gibi tepemizde dikilirken henüz yağan yağmurların yıkadığı yollar pırıl pırıldı. müzekartların sponsorluğunda geçtik kontrol noktasından. kendi müze kartımın son kullanma tarihi altı ay önce bittiğinden ve plastik bir parçaya yirmi kağıt vermek istemediğimden kardeşimin müze kartıyla geçtim yine. görevli, lan buradaki herif sarışın dese, eskiden sarışındım ağbi diye yerlere vuracağım kendimi.

üç limanlı güzel phaselis, karanlık çökünce dünyanın en korkunç yeri olan phaselis, korku eşiğimi tahtalı dağına çıkaran phaselis...

agora yolu boyunca yürüyüp kumsal tarafına vardık; birkaç tekne, balık tutan bedbahtlar, bekçiler ve yaşlılar vardı. yoldan aldığımız efes'ler yine bitmişti ve daha fazla almadığımız için birbirimizi suçlamaya çoktan başlamıştık. sanırım suçlu bendim fakat öğlenden başlamanın çok da gerekli olmadığını düşünmüştüm.

güzel bir köşe bulduk yüzmek için, siyah ve parlak kayalardan küçük adacıklar vardı. küçük balıklar suyun üzerinde yüzüyordu ve turkuaz tüm berraklığıyla önümüzde uzanıyordu. eski bir kalenin hemen altındaydık ve renkler insanı kışkırtıyordu. hava sıcak, deniz ise serindi. kendimi yüksek bir kayadan bıraktım yine, kuş gibi süzülmek bir hafta önce başlayan hastalığımın son izlerini de silip attı. doğru zamanda ve doğru yerdeydim, bir tek tuborg'a dair bir şeyler yoktu.

phaselis'te yüzme molasından sonra, ulupınar'a alabalık yemeye döndük. dört çeşit meze, sıcak pide ve kiremitte alabalık; üç kişi için ödediğimiz hesap yirmi beş liraydı. her şey ucuzdu, özellikle istanbul gibi bir yerde yaşadıktan sonra bu fiyatlar sevimli geliyordu. üç kişi herhangi bir taksim büfesine gitsek, bu paranın iki katını bırakırdık sanırım.

çıralı'da içmeye devam ettik, hafif bir sis kuru ağaçların üzerine çökmüş ve ortama mistik bir hava kazandırmıştı. mutlu çocuklar kumların üzerinde koştururken, türkiye'nin tadını ve güzelliğini her zamanki gibi turistler çıkarıyordu. karavanları vardı, ortalık sessiz ve sakindi. deniz her yerde olduğu gibi burada da berraktı. koyun solunda kalan kayaları takip edip bu senenin moda köşelerinden biri olan dar boğaza yerleştik. pembeye çalan gökyüzü, denizi de aynı renge boğuyor ve her şeyin üzerini örtüyordu. başka bir zamandaydık, yüzyılların hangisinde olduğumuz bile belli değildi. fakat, kış saati nedeniyle erkenden hava karardı. saatleri iki saat ileriye aldığımız takdirde bunları yaşamazdık ama tatil bittiğinden bunu erteledik. bir sonraki tatile belki.

yeniden olimpos akşamı, yeniden pes. willy inter'i aldı, ben ise liverpool'u. 10'da bitmesi gereken turnuva, ısrarlı beraberliklerle 16-13 benim galibiyetimle tamamlandı. will gerçekten iyiydi ve yakaladığı fırsatları anında gole çeviriyordu, bende ise gerrard ve torres'in büyülü uyumu vardı. 

pazar sabahı, her zamanki sevimsizliğiyle başladı. tatilin son günlerinden her zaman nefret ederim. efsanevi omletli kahvaltıyı yapıp, yenilgimle biten fakat yine de çok sert geçen bir tavladan sonra tekrar yola çıktık. will ve arkadaşı, batıya doğru yola çıktı, beş saatlik yolları vardı ve akşam karanlığına kalmak istemediler. ben de eve geri döndüm.

evde bayram temizliği vardı, daha ilk dakikadan elime bez verdiler ve kapıları silmemi istediler. tüm sevincim gitti, kollarımın gücü on dakika sonra tükendi. ev savaş alanı gibiydi, perdeler yıkanmış ve geri takılmış, odalar da boyanmıştı. pencereler açıktı, yoldan geçen arabaların gürültüsü odaların içinde dolaşıyordu. sessizlik isterken, bayram temizliğinin kucağına düşmüştüm. 

olimpes ve iki günlük güzel bir tur daha bitmiş ve eve bir kez daha geri dönmüştüm.




2 yorum:

Adsız dedi ki...

Vay be. Sanki tekrar gittim o tarafa. Daha 10 gün önce Ulupınar'da o bahsini ettiğin balık, meze ve pidenin tadına bakıyordum.

Olimpes, yaratıcı olmuş.Pek de güzel olmuş.

Bu blog yazısı, saklanmaya değer olmuş bir de :)

mies dedi ki...

bu blog yazılarının biraz daha kısa olması lazım sanırım, yeniden okuyamıyorum. okunacağını da düşünmüyordum açıkçası:) ulupınar'da beslenip olimpos'ta kalmanın, istanbul'da alelade bir evde kiracı olmaktan daha ucuz, daha eğlenceli ve daha sağlıklı olması kafamı epey karıştırıyor.